Chelsea: Bir Yahudi, Bir Siyahi, Bir Mavili

Chelsea kulübünün yıllar süren mücadelesi, geçmişi hayaletlerini Stamford Bridge semalarından kovacak kahramanları bekliyordu. Aynı uçaklara binmiş bir Yahudi ve bir siyahi, mavinin en güzel tonunda buluşacaklardı…Alper Erdem’in kaleminden…

İnsanlar değişmek zorunda. Pislenirse banyoya götürürsün onları, güzelce yıkarsın, temiz giysiler giydirirsin, iyileşirler. Öyle işte… Peki ama ruhlarını nasıl temizleyeceksin? İşte önemli olan bu.

Maksim Gorki, Ana

10 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz? Eminim siz de benim gibi bu soruya birden fazla kez maruz kalmışsınızdır. Kendi adıma yaklaşık 3-4 yıl önce bu soruya cevap vermeyi bıraktım. Çünkü asıl sorulması gerekenin bir başka soru olduğunu keşfettim. 10 yıl sonra nereye varacağımdan çok, seçtiğim yolların beni nasıl bir insana dönüştüreceğini merak ediyorum artık.


Gus Mears ve Joseph Mears 1900’lerin başında, İngiltere’nin ılıman şehri Londra’da tatlı bir heyecan yaşıyorlardı. İki kardeş, ev veya arazi alan arkadaşlarının aksine paralarını hayli ilginç bir gayrimenkule yatırarak, atletizm yarışmaları için kullanılan Stamford Bridge stadyumunu almışlardı. Bu iki mahir yatırımcının amacı stadyumu futbol müsabakalarına uygun hale getirerek kulüplere kiralamak ve bu yolla gelir elde etmekti. Ancak ne yazık ki kapısını çaldıkları hiçbir kulüp Stamford Bridge’i kiralamaya yanaşmıyordu.

Gus Mears’in yakın arkadaşı Fred Parker, Mears kardeşlerin problemine oldukça pratik bir çözüm önerisiyle yaklaşmıştı. Madem stadyumu kiralamak isteyen kimse yoktu, o zaman yapılacak şey bu stadyum için bir kulüp kurmaktı!

Fulham Road üzerindeki The Rising Sun adlı pub, 14 Mart 1905’te küçük bir gruba ev sahipliği yaptığında tarihe geçeceğinden ve tam 116 yıl sonra kilometrelerce ötedeki Türkiye’de bu yazıya konu olacağından habersizdi…

Ellerinde biralarıyla hararetli tartışmalar içindeki İngilizler, bir futbol kulübü kurmak konusunda anlaşmışlardı. Bu noktada sorun kulübün adının ne olacağıydı. Neyse ki grubun arasında sesi daha gür olanlar işe el atmış ve kulübün ismi konusunda mutabakat sağlanmıştı. Kadeh tokuşturmaları ve alkışlar eşliğinde Chelsea FC bir güneş gibi İngiliz futbolunun üzerine doğmuştu.

chelsea

Batı Londra’da daha çok zenginler ve aristokratların yaşadığı Chelsea muhitinden ismini alan bu futbol kulübü önceleri her ne kadar taraftar profilini bu seçkin zümreyle oluştursa da elbette işçi sınıfının İngiltere’yi saran etkisinden -tıpkı diğer kulüpler gibi- yıllar geçtikçe nasibini alacaktı.

Chelsea ile Stamford Bridge arasında diğer hiçbir kulüpte olmayan bir bağ vardı. Bu bağ, stadyumda yapılan en ufak bir değişikliğin dahi kulübün DNA’sını değiştirmesine neden oluyordu. İşte güney tribünü üzerine bir çatı inşa etmek de belki de bu yüzden kulübün çehresini tamamen değiştirecekti.

Zira bu çatı sonraları kötü bir şöhretle The Shed End (Baraka Sonu) olarak adlandırılacak tribünü ortaya çıkardı. Öyle ki takip eden yıllarda The Shed End, en azılı Chelsea taraftarlarının yerini alacağı tarihi bir tribün olacaktı.

Yıllar geçtikçe Chelsea için değişiklikler elbette Stamford Bridge ile sınırlı olmuyordu. Kulübün her anlamda büyüdüğü ve adını ülke çapında duyurduğu aşikardı. Bilhassa 1954 – 1955 sezonunda gelen kupa, “Blues” efsanesinin ilk tohumlarını atmıştı.

Bu tohumların fidana dönüşmeye başladığı yıllarda ise Britanya’nın futboldan çok daha ciddi meseleleri vardı. Londra sokakları dahil işsizlikten dert yanan öfkeli insanlarla dolup taşıyordu. Bu öfkeli grubun ve işçi hareketlerinin sesini en çok duyduğumuz yerler ise belki de tribünler olmuştu. Bu atmosferden Chelsea tribünleri de nasibini almış ve Maviler, kendi mahallesinin yanı sıra Hammersmith ve Battersea gibi işçi sınıfının yoğun olduğu mahallelerden de taraftarlar toplamaya başlamıştı.

chelsea

Aristokrat ve zengin kesimden taraftarlarıyla bilinen kulüp, bir süre sonra The Shed End’in azılı taraftarlarıyla nam saldı. Üstelik bu kalabalık, 1965 yılında kazanılan İngiltere Lig Kupası zaferi ile katlanarak artacak ve Batı Londra sokakları, galibiyeti kutlayan mavi formalı işçilerle dolup taşacaktı.

Saratov’daki evinde içindeki duyguları dolup taşan Irina Vasilevna, kocası Arkadiy’nin çaldığı kapıyı açmaya adeta uçarak gidiyordu. Dakikalar sonra onu kucaklayarak havaya kaldıran Arkadiy, gerçekten de Irina Vasilevna’nın ayaklarını yerden kesmişti.

Dakikalar sonra kutlamalar için sakladığı şampanyalardan birini açan Arkadiy, sarhoş olmak için alkole ihtiyaç duymuyordu. Zira karısının verdiği bebek haberi onu ziyadesiyle afallatmıştı. Aylar sonra dünyaya gelecek ve ailenin soy adını taşıyacak olan küçük Roman, Abramovich hanesinin en genç üyesi olacaktı.

1966’nın Ekim ayında Sovyetler Birliği’nin Yahudi topluluğunun en genç üyesi olacak Roman Abramovich doğmuştu. Lakin bebek Roman için hayat çok zorlu başlayacaktı. Anne Irina Vasilevna ebediyete uğurlandığında sadece 18 aylık bir bebek olan Roman için ölüm kelimesi elbette hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Buna karşın Roman, bu kelimenin anlamını yıllar sonra babasını da henüz çocuk yaşta kaybettiğinde öğrenecekti. O artık yetim bir Yahudi çocuğu olarak tek başınaydı. Ebeveynlerini kaybetmesinin ardından onun küçük Roman’ın eline bir kağıt tutuşturulmuştu. Kağıtta Moskova’daki amcasının adresi ve ismi yazılıydı.

Küçük çocuk havaalanında uçaktan indiğinde kağıtta yazılı olan şeyi herkes görebiliyordu. Çünkü ailesi onu Fildişi Sahili’nden Paris’e gönderirken işi sağlama almış ve kocaman harflerle bir kağıda “Didier Drogba, Paris’te Michel Goba ile Görüşecek” yazıp boynuna asmışlardı.

Fildişi Sahili’nde fakirlikten perişan olan Drogba ailesi, oğullarının kurtuluşunun burada olmayacağını anlamıştı. Bu sebeple kendi evlatlarını, küçücük yaşında uçağa bindirmiş ve kilometrelerce öteye yollamışlardı. Didier’in güvenliğini sağlamak için ellerinden gelen tek şey ise boynuna bir kağıt asıp, Tanrı’ya dua etmekti.

Neyse ki Tanrı onların dualarını duydu ve Didier Drogba, amcası Michel Goba’nın yanına ulaştı. Michel Goba, Fildişi Sahili’ndeki sıkıntıları bildiği için Didier’in de kendisi gibi futbolcu olmasını istiyordu. Ailesi ise oğullarının geleceğini akademik kariyerde görüyordu.

Drogba ailesinde yapılan fikir alışverişi sonucunda Didier’in her iki alanda birden ilerlemesine ikna olundu. Küçük Drogba hem okula devam edecek hem de top peşinde koşacaktı.

Ne var ki büyüklerin atladığı bir şey vardı. Didier yaşıtlarına göre kocaman olsa da bir çocuk kalbi taşıyor ve her çocuk gibi büyüme çağında ailesinin yakın ilgisine ihtiyaç duyuyordu. Bu ihtiyaç Fransa’daki 3 yıllık maceranın ardından Didier’in bu kez eve dönmek için uçağa binmesine sebep oldu…

Uçak hava alanına indiğinde yüzlerce mavi formalı taraftar çılgınlarcasına bağırıyor, el sallıyor ve uçağı alkışlıyorlardı. Maviler lakaplı Chelsea kulübü, Yunanistan’ın Pire kentinden ellerinde Kupa Galipleri Kupası ile dönüyorlardı.

Londra’da mütevazi bir barda kurulan Chelsea, artık tüm dünyanın tanıdığı saygın bir kulüp halini almıştı. 1971 Kupa Galipleri Kupası Final maçında Real Madrid’i mağlup ederek rüştünü ispatlayan kulübün adı bir süre boyunca en büyüklerle beraber anılacaktı.

Hemen her yapıda olduğu gibi büyümek, kontrol edilemezliği de beraberinde getirdi. Bir dönem binlerle ifade edilen Chelsea taraftarı o günlerde belki de ilk kez yüzbinlere hatta milyonlara ulaşmıştı.

chelsea

Bunun da etkisiyle kulübün taraftar üzerindeki kontrolün zayıfladığı günlerde bir süredir Stamford Bridge’de yer alan bir grup, The Shed End tribünün altında birleşti. İngiltere’yi etkisi altına alan holiganizmi körükleyen bu grup kendilerini Chelsea Shed Boys olarak adlandırdı. Onların temel amacı takımı desteklemenin ötesindeydi. Chelsea Shed Boys, diğer taraftar gruplarıyla kanlı sokak kavgalarına giren küçük bir “terör” grubuydu. Onların terör grubu olarak adlandırılmasının temel sebebi, saldırılarının devamlı olarak belirli bir kitle üzerinde yoğunlaşmasıydı. Irkçılığı şiar edinmiş bu grup Yahudi düşmanlığını ve renk ayrımcılığını körükleyerek kendini geniş kitlelere yaydı.

Öyle ki Chelsea Shed Boys hakkında yazabileceğimiz hiçbir şey onları, kendi mottolarından daha iyi anlatamaz:

When you’re good no one remembers, when you’re bad no one forgets

İyi olan hatırlanmaz, kötü olan unutulmaz

Çok geçmeden adlarını Chelsea Headhunters olarak değiştiren bu gruba dair en ürkütücü nokta ise ne amblemlerindeki kurukafa ne de attıkları sloganlardı. Chelsea Headhunters, küçük bir Nazi yapılanmasını da içinde barındırıyordu.

Saha içinde ve saha dışında siyahilere türlü saldırılarda bulunan Chelsea Headhunters, açıkça Yahudi düşmanı olduğunu da beyan ediyordu.

Hali hazırda II.Dünya Savaşı’nın travmalarını atlatmaya çabalayan Avrupa’da, hele ki İngiltere’de böyle bir duruma asla izin verilemezdi. Polisin sızma operasyonu büyük bir ciddiyetle sürdü ve çok sayıda grup üyesi göz altına alındı.

9 Mayıs 1986’daki Daily Mail, Chelsea taraftarlarının Nazizm ile derin bağlar kurduğunu ve hatta Nazileri andıran bir tavırla sokak kavgalarını örgütlediklerini okurlarına manşetten duyurdu. Olayların sere serpe kamuoyuna yansıması doğal olarak Chelsea kulübünün itibarına da büyük zarar vermişti.

İtibarını kaybetmek üzere olan Roman Abramovich, beşinci şirketini batırmasının ardından kara kara ne yapacağını düşünüyordu. Ancak kara kara düşünmek topraktan çıkan petrolü mü aklına getirdi bilinmez, sadece 3 yıl içinde ülkenin ve Yahudi cenahın en zengin isimleri arasında onun adı yazacaktı. Öyle ya, petrol ve enerji devi Gazprom, Roman Abramovich’in şirketi Sieft için tam 13 milyar doları gözden çıkarmıştı.

Elinde kağıtla amcasının yanına gönderilen yetim çocuk başarmıştı. Dünyada belki milyonlarca örneği olan o çocuklardan bir diğeri ise bu süreçte çok badireler atlatmış, Fildişi Sahili’nden Paris’e bir kez daha dönmek zorunda kalmıştı.

İkinci Paris seferinde bu sefer çok daha kararlı olan küçük Didier, yaşına kıyasla kocaman bir yüreğe sahipti. Ailesinin ve hatta ülkesinin düştüğü durumu çok genç yaşta anladığı için mi bilinmez o durmaksızın çalıştı.

Kendisiyle dalga geçenlere, ten renginden dolayı onu aşağılayan küçük beyinlere hiç aldırmadan bir eliyle kalem tutarken ayaklarıyla ise yeşil sahada harikalar yarattı. Zira Didier hayatın acımasızlığı ile 5 yaşındayken uçakta tanışmıştı. Bu sebeple hiçbir şey onu yolundan döndüremezdi.

2002 yılının Ocak transfer döneminde Fransız kulübü Guingamp sadece yetenekli bir genç futbolcuya yatırım yaptığını düşünüyordu. Oysa onların elinde bir altın madeni vardı. Yolundan dönmeyen bu çocuk önce ayakta durmayı öğrenmiş ardından ise zirveye tırmanmanın yollarını yılmadan aramaya koyulmuştu.

Didier Drogba, Guingamp formasıyla goller atmaya başladığında Londra’da Chelsea kulübü bir borç batağının içinde yüzüyordu. Kulüp üzerine yapışan kara lekeyi bir türlü atamamıştı. Chelsea Headhunters organizasyonu her ne kadar dağıtılmış olsa da kurukafanın hayaleti hala Stamford Bridge semalarındaydı.

Kulüp her ne kadar 90’ların sonuyla birlikte yaşanan kısa süreli zenginleşmenin ve dönemin İngiliz Başbakanı John Major’un Chelsea taraftarı olmasının etkileriyle imajını düzeltmeye çalışsa da bu hayalet zaman zaman “hortluyordu”. Bir maçta siyahi oyunculara fırlatılan muz kabuğunda, bazen ise Stamford Bridge’in bulunduğu sokakta duvarlara yazılan Yahudi karşıtı mesajlarda bunu görmek mümkündü.

Buna karşın bütün bu çirkinlikler arasında yeşilçamvari bir tabirle kader de ağlarını örmeye çoktan başlamıştı. 2000’lerin başından itibaren kulüpte olacaklar, 90’larda hala Headhunters ruhunu taşıyan hastalıklı taraftarların kabuslarının ötesindeydi. Öte yandan Chelsea için ise en güzel rüyalar art arda gerçekleşecekti.

Paranın bu dünyadaki en güçlü meşrulayıcı olduğunu hala anlamayanlar varsa (ki Türkiye’de yaşayıp bunu anlamamak çok güç) rahatlıkla 2003 yılına dönüp bakabilirler.

Zira o gün masada oturanlar, yıllar önce bir araya gelmesi mümkün dahi gözükmeyen grupların temsilcileriydi. Rus bir Yahudi, İngiltere’nin merkezinde, ırkçılık ve Yahudi karşıtlığı ile ünlenmiş bir kulübü satın alıyordu.

Ancak gazeteler ne onun Yahudiliğinden ne de Chelsea’nin ırkçı taraftarlarından bahsediyordu. Onların ilgilendiği tek şey tıpkı Maviler’in taraftarları gibi Chelsea’nin o günden sonra dünyanın en zengin kulübü halini almasıydı.

Roman Abramovih önündeki kağıdı imzaladığı anda Stamford Bridge üzerindeki Headhunters hayaleri de uzaklara, başka hastalıklı zihinlere zehrini bulaştırmaya gitti…

Buna karşın süreç henüz tamamlanmamıştı. Roman Abramovich’in “özel biri” ile birlikte yıllar yılı sahada kendi oyuncularına bile sırf siyahi olduğu için küfreden ve onlara türlü hakaretlerde bulunan o tribünlere bir başka sürprizi vardı.

Portekizli teknik direktör Jose Mourinho döneminde takımın bir numaralı yıldızı konumuna Olimpik Marsilya’dan rekor bonservisle alınan Fildişi Sahilli golcü getirilmişti. Didier Drogba, Fransa’dan uçağa bindiğinde camdan bakarken belki de o ilk yolculuğunu hatırlıyor ve yıllar sonra yaşanan bu anın, o günlerden miras kaldığını biliyordu.

chelsea

19 Mayıs 2012’de akşam saatlerinde Juan Mata, ön direğe ortasını kestiğinde herkesin üzerine havalanan biri vardı. Daha 5 yaşındayken bir yolculukta uçmayı deneyimleyen Didier Drogba, yükseldi de yükseldi. Gelen topa kafayı vurduğunda Chelsea taraftarları sevinçten çılgına döndüler.

Fakat bu sevinç Didier Drogba son penaltıyı gole çevirdiğinde yaşadıklarının yanında bir hiçti. Tıpkı golden sonra ne yapacağını bilemez halde mutluluk göz yaşları döken Drogba ve locasında maçı izlerken sevinçten çıldıran Roman Abramovich gibi tüm Chelsea taraftarları kendilerinden geçmişlerdi.

Kuzey Londra sokaklarında, evlerinde, barlarda ve elbette stadyumda olan milyonlarca mavi formalı taraftar Tanrı’ya şükredip zaferi kutluyorlardı.

Kuzey Londra’da kalkan tüm kadehler, kulübün makus talihini değiştirmek için Rusya’dan gelen Yahudi bir iş insanı ve daha sonraları Chelsea tarihinin en büyük efsanelerinden biri olarak kabul edilecek Didier Drogba için kalkıyordu.

Kadehler çarpıştığında ise Chelsea Headhunters ruhunun, yıllarca karanlıkta bıraktığı renkler maviye dönüyor, kulüp geçmişin hayaletlerini içinden söküp atıyordu. Bir Yahudi, bir siyahi ve Chelsea. Mavinin en güzel tonunun bu olacağını kim tahmin edebilirdi ki?

Kimsenin elleri temiz değil, masum seyirciler yok. Hepimiz ellerimizi toprağımızın bataklıklarında ve beyinlerimizin korkunç boşluğunda kirletme sürecindeyiz.

Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler

Plase:

Total
0
Shares
Önceki Yazı

Cem Bölükbaşı: Sanaldan Gerçeğe

Sonraki Yazı

Bursaspor: Devrik Şampiyon

Bunlar da ilgini çekebilir
Daha

Nicolò Barella

Nicolò Barella, 7 Şubat 1997 tarihinde İtalya’nın Cagliari şehrinde dünyaya geldi. Futbola doğduğu şehrin altyapısında başlayan Barella, ilk profesyonel…