Jens VoIgt: Büyüleyici Yarış

  • Aşağıda okuyacağınız yazı Jens VoIgt tarafından theplayerstribune sitesi için yazılmış ve 30 Haziran 2016’da yayımlanmıştır.
  • Yazıdaki görseller, orijinal haline duyduğumuz saygı sebebiyle aynen kullanılmıştır. Orijinal metne ulaşabileceğiniz link, çevirinin sonunda mevcuttur.

Fransa Turu’nda, küçük bir çocuk bisikletiyle yokuştan aşağı son sürat iniyordum. Evet, 38 yaşında koca bir adam bir çocuk bisikletinin üzerinde pedallıyordu. Vücudumda kesikler ve asfalt yanıkları vardı, acımayan tek yerim sağ ayak bileğimdi. Yarış bisikletim tepeye yakın bir yerde perte çıkmıştı. Biri güneş gözlüğümü bile çalmıştı. Buna inanabiliyor musunuz? Fakat tek düşünebildiğim bitiş çizgisine ulaşmaktı. Ne olursa olsun bu yarışı bırakmayacaktım. Art arda ikinci defa olmayacaktı.

Bu noktaya nasıl geldim? Bu yarışa devam etmek benim için neden bu kadar önemliydi?

2010 Fransa Turu’nun 16. etabının başlarıydı yani Paris’teki son etaba beş gün kalmıştı. Pireneler’deki Col de Peyresourde’dan inerken ön lastiğim patladı. Team CSC’den takım arkadaşım Chris Anker Sørensen ile birlikteyken, liderlerin sadece 15 ila 20 saniye gerisindeydik ve yaklaşık 60-65 km/s ile gidiyorduk. Düşeceğimi anladığımda tek düşünebildiğim canımın çok yanacağıydı. Hemen ardından yere kapaklandım.

İlk kez 1910’da kullanılan Col de Peyresourde, sadece Fransa Turu’nun en eski yokuşlarından biri değildi, aynı zamanda dünyanın en büyük yarışında insanları zaman yolculuğuna çıkaran bir yokuştu. Orası, kayalık tepelerin değil yemyeşil tarlaların arasından yükselir ve köylerden, üzüm bağlarından geçer. Zirvedeyken hava da açıksa kilometrelerce uzağı görebilirsiniz.

Ama yerdeyken tek görebildiğim diğer bisikletçilerin yanımdan geçişiydi. İki takım arabamız var olmasına vardı ama ikisi de çok öndeydi. Biri, genel klasman lideri olduğu için sarı mayoyu giyen takım liderimiz Andy Schleck’in ardındaydı. Diğeri ise bir sonraki tırmanışın eteğinde sulukları dağıtmak için grubun önündeydi. Yarışın sağlık ekibi benimle ilgilenirken sol dirseğimden kan fışkırıyordu ve kaburgalarım canımı yakıyordu. Bu esnada diğer bisikletçiler de yanımdan geçip gitmeye devam ediyordu. Bisikletim hurdaya dönmüştü. Resmen orada mahsur kalmıştım.

Benim arkamda sadece iki araç kalmıştı. Biri ambulanstı, diğeri ise yarış boyunca en arkadan gelen, yarışı bırakmaya karar veren bisikletçileri toplayan süpürge aracıydı. Süpürge aracı yanıma geldiğinde dirseğime dikiş atılıyordu ve şoför “Binecek misin?” diye sordu. Buna inanamadım. O an dejavu oldum. Hayır, yine olamaz!

Kariyerimde ilk kez, tam olarak bir yıl önce Tur’dan ayrılmak zorunda kalmıştım. 16. etapta, Alpler’deki Col du Petit Saint-Bernard’da 80 km/s hızla giderken yere yapışmıştım. Günün son inişiydi, takımdakilere arabadan suluk almak için yavaşlıyordum. Son hatırladığım şey de bu oldu! Herhalde yoldaki bir tümseğe çarpmışım ve ellerim gidondan ayrılmış. Yüzüstü düşmüşüm ve birkaç metre sürüklenmişim. Kendime geldiğimde sırt üstü yatmış vaziyette ambulansın tavanına bakıyordum. Elmacık kemiğim kırılmıştı ve beyin sarsıntısı geçirmiştim. Kamyon çarpmış gibiydim. O kadar kötü durumdaydım ki beni bir helikoptere bindirip 160 km uzaktaki Grenoble’da bir hastaneye götürmüşlerdi. 2009 Fransa Turu benim için böyle bitmişti.

Jens VoIgt 1

Kendimi hiçbir zaman kolay pes eden ya da zorluklardan kaçan biri olarak görmedim. 2009’da Turu terk etmek zorunda kalmıştım, tekrar süpürge aracını kullananlardan olmak istemiyordum. Şoföre şöyle seslendim: “Hayır! Araca binmeyeceğim! Yoluna devam et!” Ama inişi tamamlamamın bir yolu yoktu. Gözüm o kadar dönmüştü ki bir polisi düşürüp onun motosikletini almayı düşündüm. Bir bisiklet çalmayı da aklımdan geçirdim! Uzun lafın kısası, art arda 2 defa Fransa Turu’nu yarıda bırakamazdım.

İşte bunları aklımdan geçirirken, arkadan gelen ve tepesinde üç tane sarı çocuk bisikleti olan arabayı fark ettim. Araba Tur’un bir parçasıydı. Etapları takip ederek yarış başlamadan önce Tur’un geçtiği yerlerdeki çocukların, etabın bir kısmında bisiklet sürmesini sağlıyordu. Etabın 60-70 km’sini geride bırakmıştık dolayısıyla araba o günkü işini bitirmişti ve konvoyu takip ediyordu. O bisikletlerden bir tanesini aldım ve pedallamaya başladım. Benim için çok küçüktü ama başka çarem yoktu. Takımdan kendi bisikletlerimden birini almadan önce, o küçük bisiklet ile yaklaşık 15-20 km yol gittim.

Herkes bana ne kadar kötü göründüğümü söylüyordu ama etabı bitirmeyi başarmıştım. Devamında Turu da bitirdim. Peki neden? Genel klasmanda 126. olmak gerçekten bu kadar önemli miydi?

Evet!

Buna Fransa Turu Ateşi diyorum ve her yaz bu zamanlarda bu ateşi hissediyorum. Cumartesi günü başlayan Tur büyüleyici bir yarış. Yarışı bitirdiğinizde, kendinizi en çetin sporcuların oluşturduğu seçkin bir grubun parçasıymış gibi hissediyorsunuz. Ayrıca, yarışı Paris’te bitirmeniz apayrı bir duygu. Peletonda sekizer bisikletçiden oluşan 23 takım var. Yarışa 184 bisikletçi başlıyor ama bunların 35-40’ı yani kabaca dörtte biri kaza ve sağlık sorunları gibi sebeplerle Paris’e ulaşamıyor. Hiçbir zaman, Paris’e ulaşamayan o dörtte birin içinde olmak istemezsiniz. Uzun lafın kısası Paris’e ulaşan herkes, bin bir zorluğun üstesinden gelmiş demektir. Bu deneyimi sadece takım arkadaşlarıyla değil, diğer tüm bisikletçilerle de paylaşıyorlar. Bir nevi yoldaşlık. Bunun bir parçası olmak gerçekten eşsiz ve paha biçilemez.

Ancak Lance Armstrong’un doping skandalının başı çektiği son 20 yıldaki olaylardan dolayı, bu sporun saygınlığının azaldığını düşünen pek çok insan var. Bir sürü farklı insanla konuşuyorum ve şöyle diyorlar: “Artık Tur ilgimi çekmiyor. Her yıl doping skandallarını duyuyoruz, bu skandalların gölgesinde yarışı izlemek zor.” Çok yazık. Moral bozucu. Onlara her zaman sorarım: “Tom Brady ve Yumuşak Top (Deflategate) skandalına ne diyorsunuz? Bu Super Bowl’un hatası mı? Suçlu olan Super Bowl mu? Tom Brady bir topun havasını indirdi diye Super Bowl kötü bir organizasyon mu oldu? Tabii ki öyle olmadı.”

Bazı insanların yanlış yollara sapması ve hile yapması Fransa Turu’nun suçu değil. Durum bu. Bunu anlayabilecek konumdayım çünkü çoğunu bitirdiğim 17 Tur’a katıldım. Fransa Turu’nu seviyorum. İnsanların, Tur’a olumlu bakamamasını ve güvenlerinin azalmasını anlayabiliyorum. Ama benim Tur’a karşı olan sevgim ilk günkü gibi. Sizin de öyle olmalı.

***

Bir bisikletçi olarak, Fransa Turu’nun doping iddiaları olmadan koşulduğunu görmedim. İlk kez Tur’a katıldığım 1998 senesinde, bazı bisikletçilerin EPO ve diğer performans arttırıcı ilaçları kullandığına dair bir skandal patlak vermişti. İlk başta olaylar Festina takımıyla sınırlı gibiydi ancak kısa süre sonra kapsamının çok daha geniş olduğunu öğrendik. Neredeyse her gün başka bir bisikletçi dopingden yakalanıyor, polis başka bir takımın valiz dolusu doping ilacına el koyuyordu. Skandalların ardı arkası gelmiyordu! Fransız polisi, takımların otobüslerine ve kaldığı otellere baskınlar düzenliyordu. Hatta birkaç takım yarıştan çekilmişti. Turu bırakıp evlerine dönmüşlerdi.

İşler çığırından çıkmıştı ve bisikletçiler olarak (çoğumuz skandalın boyutunu henüz bilmiyorduk) 17. etapta oturma eylemi yapmıştık. Birkaç saat boyunca yolun ortasında öylece oturmuştuk.

Doğu Almanya’da büyüdüm ve Berlin Duvarı yıkıldığından beri tek bir hayalim vardı: profesyonel bir bisikletçi olmak ve Fransa Turu’nda yarışmak. Şimdi o hayalim gözlerimin önünde yok oluyordu. Yarış başladığında küçük bir çocuk gibiydim. Yepyeni bisikletim ve kıyafetlerim vardı. Skandal patlak verdikten sonra hayallerimin hepsi tuzla buz oldu. Bu yaşananlar adeta bende soğuk duş etkisi yaratmıştı.

Baltık Denizi’nin güney kıyısındaki küçük Dassow köyünde büyürken hayal ettiğim şey kesinlikle bu değildi. Komünizmden dolayı hayatımız basitti. Bir ayakkabı dükkânı, bir giyim mağazası, bir oyuncakçı, bir fırın vardı. İki tür araba vardı: büyük ve küçük! Satın almak için sıranızı beklemek zorundaydınız. 15 yaşıma kadar arabamız yoktu. Motosikletlerin hepsi MZ, televizyonların hepsi Strassfurth ve kameraların hepsi Praktika markaydı.

Ve bisikletlerin hepsi Diamant markaydı. Dokuz yaşımdayken Diamant marka bir bisikletim olduğunda hayatım değişti. Doğu Almanya’daki siyasiler, sosyalist sistemin üstünlüğünü sporda başarılı olarak gösterebileceğimizi düşünüyordu. Sporcuların dünyaya, sistemimizin kapitalist sistemden çok daha iyi olduğu mesajını vermeleri gerekiyordu. Sporlara, özellikle de olimpik sporlara çok para harcandı ve tüm masrafları hükümet üstlendi. Yerel bisiklet takımının okuluma gelip bedava bisiklet dağıtmasının nedeni de buydu.

10 yaşına bile basmamışken, birinin size metalik gümüş rengi bir bisiklet hediye etmesi inanılmaz bir olaydı. Arabamız yoktu, bu yüzden bisiklet özgürlük demekti. Arkadaşlarımla vakit geçirmek için onların yanına gidebiliyordum. Bu bisikleti almam hayatıma yön veren olay oldu.

Jens VoIgt 2

Yaklaşık üç haftalık antrenmanın ardından ilk yarışıma katıldım ve kazandım! Başarılar elde etmeye devam ettim ve 1984’te Berlin’deki ulusal spor okuluna gitmek için evden ayrıldım. Bu gerçek manada bisiklet kariyerimin başlangıcıydı. Profesyonel kariyerimde 60 yarış kazandım ancak hiçbir zaman Turu kazanmadım.

Ama açık olmam gereken bir konu var. Fransa Turu’nu kazanmak için orada bulunmuyordum. Bir domestiktim yani kendimi takım arkadaşlarım için feda eden bir bisikletçiydim. Başka bir deyişle her işi yapan bir rouleur’düm ve bunda oldukça iyiydim. Profesyonel bisikletçi olarak 18 yıllık kariyerimde (1997–2014), Tur’da üç etap kazandım ve iki kez yarış lideri olarak le maillot jaune (sarı mayo) giydim. Ancak asıl görevim, kaçışları geri getirmek veya takım arkadaşlarıma suluk götürmekti. Kariyerimde farklı rollerde bulundum ama takımların beni benimsemesinin sebebi istikrarlı oluşumdu. Takım arkadaşlarım, işler sarpa sardığında orada olacağımı bilirlerdi. Hiç pes etmem. Benim için her zaman bardağın yarısı doludur ve şartları olduğu gibi kabul ederim.

Ancak bazı takımlar ve bisikletçiler sporun adını kötüye çıkardığında, bu bakış açısını korumak zordu. İlk Fransa Turu’mdan sonra yani Festina Skandalı‘nın bisiklet dünyasını sarstığı dönemde, ailemi ziyaret etmek için eşimle birlikte Dassow’a gitmiştik. Şu an altı çocuğumuz var ama o zamanlar sadece en büyük çocuğumuz Marc dünyadaydı. O, başka bir odada uyuyordu ve hepimiz mutfaktaydık. Zamanımızın çoğunu burada geçirirdik ve önemli konuşmaların hepsini ailemle burada yapardık. Haliyle konu bir noktada Tur’daki skandallara geldi. Ailem Tur hakkındaki sorularıyla beni darlamaya başladı. Neler oluyor? Orada tam olarak ne oldu?

Babam şöyle dedi: “Dinle oğlum, 7/24 seninle değiliz ama yine de bu haltlara karışırsan, bizi mahvedersin! Daha da burada yaşayamayız. Bu sokağa senin adını verdiler. Şu an 1 numaralı Jens Voigt Ring’de ikamet ediyoruz. Doping yaparsan ve yakalanırsan, insan içine çıkamayız. Başka bir yere taşınmak zorunda kalırız!”

Fransa Turu’nun ilk kez düzenlendiği 1903’ten bu yana bisikletçiler doping yapıyor. O zamanlar, üç hafta boyunca pedallamanın getirdiği acıyı hafifletmek için alkol ve eter kullanılırmış, yorgun kasların güç kaybetmesini önlemek için ise küçük dozlarda striknine başvurulurmuş. Daha sonra işin içine amfetaminler, EPO, büyüme hormonu ve kan dopingi gibi şeyler girmiş. Bir bisikletçi olarak, Festina skandalı beni çok yaraladı. Doping kesinlikle tehlikeli ve her şeyi mahvediyor.

Profesyonel Bisikletçiler Derneği üyesi olduğum 2008 yılında sporda dopingi önleme çalışmalarına kafa yordum. Bugün hala kullanılan biyolojik pasaportun uygulanmasına yardımcı oldum. Pasaport, kandaki ve hormon seviyelerindeki doğal olmayan dalgalanmaları tespit etmek için bir bisikletçinin zaman içindeki biyolojik değerlerinin kayıt altına alınmasını sağlıyor.

Bu sistem iyi işliyor. Fransa Turu’nun uzun yıllardır bu skandallarla gündeme gelmemesini buna bağlıyorum. Bununla gurur duyuyorum.

***

Bu çocuk bisikleti ile yarışma macerasının üzerinden bir yıldan biraz daha fazla süre geçmişti ve 2011 Colorado Turu’nda büyük bir kaçışın içindeydim. Hakem arabalarından biri yanımıza yaklaştı. Birden Barry Bonds başını pencereden dışarı çıkardı ve bana “Hadi, Jens!” diye bağırdı. Kaçışta 11 ABD’li vardı ama Barry Bonds benim için mi bağırıyordu? Ama neden?

İnsanların beni desteklemesini dürüstlüğüme bağlıyorum. Hiçbir zaman insanlara benden daha iyi oldukları veya bazı şeyleri benden farklı yaptıkları için çamur atmadım. Her zaman performansım konusunda dürüst davrandım. Sanırım insanlar bunu fark etti ve beni taktir etmeye başladı. O özverili bir adam. Bazen yere düşüyor ama düştüğü gibi kalkmasını da biliyor. Sanırım insanlar istikrarımı, savaşçı ruhumu ve adanmışlığımı sevdi. Sloganım şuydu: Bacaklar, kapayın çenenizi! İnsanlar bunu benimsedi. Kesinlikle belli bir yeteneğim vardı ama aynı zamanda çalışkandım.

Kariyerim boyunca, tek galibiyetimi bile şans eseri elde etmedim. 60 kadar UCI yarışı galibiyetim var ve bunlar harbi yarışlar. Hiçbirini kolayca veya şans eseri elde etmedim aksine onları elde etmek için çok çalıştım. Her galibiyetimi hak ederek kazandım. Hiçbir zaman kazanamadığım yarışlar için hayıflanmadım veya kendimi şanssız addetmedim. Hiçbir zaman. Sadece yeterince iyi değilim diye düşündüm sonuçta bahaneler üretmenin kimseye faydası yok.

Şimdilerde TV kanalları için Fransa Turu’nu yorumluyorum. Yani hala Tur’un bir parçasıyım ama bu sefer bulunduğum yer farklı. Takımlarla konuşuyorum ve ne yaptıklarını gözlemliyorum. Hepsi beni oralarda görmekten mutluluk duyuyor. Tabii oradaki bisikletçilerden biri değilim. Bu yüzden oraya gittiğimde bisikletçilerin masasına oturamıyorum. Mekanikerler, takım yöneticileri gibi görevlilerle aynı masada oturuyorum. İlk kez bunu deneyimlediğimde kalbimin biraz sızladığını itiraf etmeliyim. Çok uzun süre yarışmıştım. Böyle hissetmem normaldi.

Jens VoIgt 3

Ama bu hissin üstesinden geldim. Bir TV kanalı için yarışı yorumlarken tam bitiş çizgisindeydim. Daha ilk günlerde büyük kazalar yaşanmıştı. Bitiş çizgisinden geçen bisikletçilerin yağmurda ıslanmış, çamura boyanmış ve mayolarının yırtılmış olduğunu görüyordum. Yarışı bitirenlerden bazılarının yaraları hala kanıyor oluyordu. Bir daha düşündüm ve “Yok, yok! Böyle iyiyim.” dedim. Zamanında, fiziksel olarak yapabileceğim her şeyi yaptım. Kazanabileceğim şeyleri kazandım. Şu anki halimden gayet memnunum.

İstediğim gibi yaşamanın tadını gerçekten çıkarıyorum. Uluslararası Bisiklet Birliği’nden gerekli lisansı almış olsam da takım direktörlüğü ya da sportif direktörlük yapmıyorum. Direktörlük işlerine girseydim yılın yarısını bir takım arabasında geçirmek zorunda kalırdım. Mesela zamanında Avustralya’daki Tour Down Under’ın elçiliğini yaptım. Aynı şekilde California Turu’nun da elçisiydim. Kitap yazmak için zaman buldum. Bir arkadaşımla birlikte Shut Up Legs (Bacaklar Kapayın Çenenizi) adıyla internet üzerinden tekstil ürünleri satıyoruz. FitBit markasıyla iş birliği yaptım. Evdeki antrenmanları daha az sıkıcı hale getirmek için sanal gerçekliği kullanan Swift ile de iş birliği yaptım. Yani birden fazla iş ile ilgileniyorum.

Kendi yarışlarımı düzenliyorum. Bununla gurur duyuyorum.

Elbette hiçbiri Fransa Turu değil. Bunlar eğlencelik yarışlar. Zaten hiçbir yarış Tur gibi olamaz. Hiçbir şey de bunu değiştiremez.

Yazının orijinal metni için tıklayınız.


Plase:

Total
0
Shares
Önceki Yazı

Steffen Baumgart: Düşme Hattından Gelen Başarı

Sonraki Yazı

Tyson Fury: Çingene Kral

Bunlar da ilgini çekebilir
Daha

Hull City ve Acun Ilıcalı: Bir HayaLim Var

İngiltere’nin Doğu Yorkshire bölgesinde yer alan mütevazi Hull şehri bugünlerde yepyeni bir çağa merhaba diyor. Bu yeni dönemin odak noktasında ise hepimizin yakından tanıdığı bir isim; Acun Ilıcalı ve onun hayalleri ile örtüşen hedefleri bulunuyor.