Romelu Lukaku: Söyleyecek Bazı Şeylerim Var

  • Aşağıda okuyacağınız yazı Romelu Lukaku tarafından theplayerstribune sitesi için yazılmış ve 18 Haziran 2018’de yayımlanmıştır.
  • Yazıdaki görseller, orijinal haline duyduğumuz saygı sebebiyle aynen kullanılmıştır. Orijinal metne ulaşabileceğiniz link, çevirinin sonunda mevcuttur.

Parasızlığımızı fark ettiğim anı hatırlıyorum. Buzdolabının yanındaki annemi ve bakışını hala gözümde canlandırabiliyorum.

6 yaşındaydım. Ders arasında öğle yemeği için eve gelmiştim. Annem her günkü menüyü hazırlamıştı: Ekmek ve süt. Çocukken üzerinde düşünmüyorsunuz bile. Ama sanıyorum ki gücümüzün yettiği buydu.

Neden sonra yine eve geldiğim bir gün mutfağa doğru ilerledim ve annemi hep olduğu gibi bir kutu sütle buzdolabının başında buldum. Ama bu sefer içine bir şey katıyordu. Çalkalıyordu yani, bilirsiniz. Ne olduğunu anlamadım. Sonra her şey normalmiş gibi gülümseyerek bana yemeğimi uzattı. Ama hemen fark ettim.

Sütün içine su katıyordu. Bütün haftayı geçirecek kadar paramız yoktu. Meteliksiz kalmıştık. Sadece fakir değil, beş parasızdık.

Babam profesyonel futbolcuydu ama kariyerinin sonuna gelmişti ve para suyunu çekmişti. İlk giden şey kablolu televizyon oldu. Artık futbol yoktu. Günün maçı yok. Sinyal yok.

Sonra gece eve gelirdim ve ışıklar kapanırdı. İki üç hafta elektrik gelmezdi.

Ve duş almak isterdim, sıcak su bulamazdım. Annem ocakta suyu ısıtırdı ve ben duşta durup bir kapla kafama dökerdim.

Annemin sokağın aşağısındaki fırından ekmek ödünç almak zorunda kaldığı zamanlar bile oldu. Fırıncılar beni ve küçük kardeşimi tanıyordu, dolayısıyla cuma günü parasını ödemek koşuluyla pazartesi anneme bir somun ekmek veriyorlardı.

Zorlandığımızı biliyordum. Fakat ne zaman ki sütün içine su karıştırıldı, anladım ki bitti. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Bu bizim hayatımızdı.

Sam Robles / The Players’ Tribune

Tek kelime etmedim. Annemi strese sokmak istemedim. Sadece yemeğimi yedim. Fakat Tanrı’ya yemin olsun ki o gün kendime bir söz verdim. Sanki birisi parmağını şıklatarak beni uyandırmış gibiydi. Ne yapmak zorunda olduğumu ve ne yapacağımı tam olarak anlamıştım.

Annemin bu şekilde yaşadığını tahayyül edemiyordum. Hayır, hayır, hayır. Buna izin veremezdim.

Futbolun içindeki insanlar mental güçten bahsetmeye bayılırlar. Güzel, tanıyıp tanıyabileceğiniz en güçlü adam benim. Çünkü karanlıkta annem ve kardeşimle birlikte oturup dua ettiğimizi, düşündüğümüzü, inandığımızı ve farkındalığımızı anımsıyorum. Bu gerçekleşecek.

Bir süre sözümü tuttum. Ama birkaç gün sonra eve geldiğimde annem ağlıyordu. Ve nihayet bir gün ona dedim ki değişecek, göreceksin. Anderlecht’te oynayacağım ve bu kısa sürede olacak. İyi olacağız, daha fazla endişelenmek zorunda kalmayacaksın.

6 yaşındaydım.

Babama profesyonel olarak futbol oynamaya ne zaman başlayabildiğini sordum.

16 dedi.

Tamam dedim, demek 16.

Gerçekleşecekti, tamam.

Size bir şey söyleyeyim; oynadığım her maç birer finaldi. Parktaki finaldi. Anaokulda teneffüsteki finaldi. İnanılmaz ciddiyim. Her şutumda topun balonunu çıkarmaya çalışırdım. Tüm gücümle. Biz R1’e basmazdık kardeşim. Yeni FIFA oyunum yoktu. Playstation konsolum yoktu. Öylesine oynamıyordum, öldürmeye çalışıyordum.

Boy atmaya başladığımda öğretmenlerimden bazıları ve ebeveynler üzerimde baskı kuruyordu. Yetişkinlerden birinin şu cümleyi kurduğu ilk anı asla unutmayacağım: “Hey, sen kaç yaşındasın? Hangi yıl doğdun?”

“Ne? Ciddi misiniz?” der gibiydim.

11 yaşında Lierse genç takımında oynarken rakibin ailelerinden biri ciddi ciddi beni sahadan uzaklaştırmaya çalıştı. “Bu çocuk kaç yaşında? Kimliği nerede? Nereli?” diye dolaşıyordu.

Düşündüm. Nereliyim? Ne? Antwerp’te doğdum ben. Belçikalıyım.

Babam orada değildi, çünkü deplasman maçlarına gelebileceği bir arabası yoktu. Tamamen yalnızdım ve kendimi savunmak zorundaydım. Gidip çantamdan kimliğimi aldım ve bütün velilere gösterdim, kartın etrafında dizildiler. Kanın içimde nasıl hareketlendiğini hatırlıyorum. Ve içimden geçirdim: “Çocuğunuzu öyle bir öldüreceğim ki artık. Zaten öldürecektim ama şimdi yok edeceğim. Çocuğunuzu eve ağlayarak götüreceksiniz artık.”

Belçika tarihinin en iyi futbolcusu olmak istiyordum. Hedefim buydu. İyi değil. Harika değil. En iyisi. Birçok şeyin sebep olduğu öyle bir öfkeyle oynadım ki… Evimizde gezinen farelerin sebep olduğu… Şampiyonlar Ligi’ni izleyemememin sebep olduğu… Diğer anne babaların bana bakışlarının sebep olduğu…

Görev başındaydım.

12 yaşındayken 34 maçta 76 gol attım.

Hepsini babamın ayakkabılarını giyerken attım. Aynı ayakkabı numarasına geldikten sonra paylaşmaya başlamıştık.

Bir gün dedemi – annemin babasını –  aradım. Hayatımdaki en önemli insanlardan biriydi. Anne babamın memleketi olan Kongo’yla olan bağlantımdı o. Bir seferinde telefondayken dedim ki: “Evet, harika gidiyorum. 76 gol attım ve şampiyon olduk. Büyük takımların dikkatini çekiyorum.”

Ve genellikle futbolum hakkında konuşmak isterdi. Fakat bu defa garipti. Dedi ki: “Evet, Rom. Evet! Harikasın. Ama bana bir iyilik yapar mısın?”

“Evet, nedir?” dedim.

“Kızıma bakar mısın lütfen?” dedi.

Kafamın oldukça karıştığını anımsıyorum. Dedem ne anlatıyordu?

“Annem?” dedim, “Evet, harikayız. Biz gayet iyiyiz.”

“Hayır, söz ver. Söz veriyor musun? Kızıma göz kulak ol. Ona sadece benim için bak, anlaştık mı?”

“Evet, dede.” dedim. “Anladım. Söz!”

5 gün sonra hayata veda etti. İşte orada dedemin ne demek istediğini anladım.

Bu konu hakkında düşünmek beni çok üzüyor, çünkü beni Anderlecht’te oynarken görmek için 4 yıl daha yaşayabilmesini çok isterdim. Sözümü tuttuğumu görmesi için, anlıyor musunuz? Her şeyin yoluna girdiğini görebilmesi için.

Anneme 16 yaşında yapacağımı söylemiştim.

11 gün geciktim.

24 Mayıs 2009

Anderlecht – Standard Liege Playoff Finali

John Thys / AFP / Getty Images

Hayatımın en çılgın günüydü. Ama bir dakikalığına kaseti geri sarmalıyız. Çünkü sezon başında Anderlecht U19’da zar zor kadroya giriyordum. Hoca beni yedek kulübesinden sürüyordu. “Henüz U19 için yedek otururken 16. doğum günümde profesyonel sözleşme imzalamam hangi mantığa sığardı?”

Ve hocamla iddiaya girdim.

“Size garanti ediyorum. Beni gerçekten oynatırsanız aralık ayına kadar 25 gol atacağım.” dedim.

Güldü. Bana ciddi ciddi güldü.

“Hadi bahse girelim.” dedim.

“Tamam.” dedi. “Ama aralık geldiğinde 25 gole ulaşamazsan kulübeye dönersin.”

“İyi ama eğer ben kazanırsam oyuncuları antrenmandan eve götüren bütün minibüsleri temizleyeceksin.” diye karşılık verdim.

“Tamam.” dedi. “Anlaştık!”

Bu adamın yaptığı en aptalca bahisti.

Kasıma kadar 25 tane attım. Christmas’tan önce pankek yiyorduk dostum.

Kulağınıza küpe olsun. Aç bir ergenle asla oyun oynamayın.

Anderlecht ile profesyonel kontratımı doğum günümde, 13 Mayıs, yaptım. Doğruca çıktım ve yeni FIFA oyunu ile kablo seti satın aldım. Çoktan sezon sonu gelmişti ve evde keyif yapıyordum. Ama Belçika Ligi o yıl acayipti çünkü Anderlecht ile Standard Liege sezonu aynı puanda tamamladı. Dolayısıyla iki ayaklı playoff şampiyonu belirleyecekti.

İlk maç esnasında evde ekran başındaydım, tıpkı bir taraftar gibi.

Rövanştan bir gün evvel yedeklerin koçundan telefon geldi.

“Merhaba?”

“Merhaba Rom. Napıyorsun?”

“Futbol oynamak için parka çıkmak üzereydim.”

“Dur, dur, dur, dur, dur. Çantanı topla. Hemen, şimdi.”

“Ne? Ne yaptım ben?”

“Hayır, hayır, hayır. Stada gelmen gerek, hemen. A takım seni çağırıyor.”

“Şaka… Ne? Beni mi?”

“Evet sen. Hadi gel.”

Babamın yatak odasında depar attım ve “Hey! Çabuk kıçını kaldır! Gitmeliyiz adamım!”

“He? Ne? Nereye gidiyoruz?”

“ANDERLECHT ADAMIM.”

Asla unutmuyorum, stada girdim ve soyunma odasına koştum. Malzemeci sordu: “Evet, evlat. Kaç numarayı istiyorsun?”

Dedim ki “10 numarayı bana ver.”

Asla unutmuyorum, stada girdim ve soyunma odasına koştum. Malzemeci sordu: “Evet, evlat. Kaç numarayı istiyorsun?” Dedim ki “10 numarayı bana ver.”

Hahahaha! Bilmiyorum. Korkmak için çok gençtim galiba.

“Akademi topçuları 30 ve üzerini almak zorundalar.”

“Tamam.” dedim, “3 artı 6 eşittir 9. Gayet havalı bir numara. Yani bana 36’yı ver.”

O gece otelde takımın tecrübelileri bana şarkı söylettiler. Hangi şarkıyı seçtiğimi bile hatırlamıyorum. Başım dönüyordu.

Ertesi sabah arkadaşım evin kapısını çaldı ve top oynamaya çağırdı. Annem “O zaten oynuyor.” dedi.

Arkadaşım cevap verdi: “Nerede oynuyor?”

“Finalde.”

Otobüsten stada indik ve her futbolcu havalı bir takım elbise ile yürüyordu. Ben hariç. Korkunç bir eşofmanla otobüsten indim ve bütün kameralar benim üzerimdeydi. Soyunma odasına yaklaşık 300 metre vardı. Neredeyse 3 dakikalık yürüme mesafesi. Soyunma odasına ayağımı basar basmaz telefonum çılgına döndü. Herkes beni televizyonda görmüştü. 3 dakikada 25 mesaj geldi. Arkadaşlarım çıldırıyordu.

“Kardeşim?! NEDEN MAÇTASIN?!”

“Rom, neler oluyor? Neden televizyondasın?”

Yanıtladığım tek mesaj en yakın arkadaşımın mesajıydı. “Kardeşim, oynayacak mıyım bilmiyorum.” dedim. “Ne olduğunu anlamış değilim. Ama sadece izlemeye devam et.”

63. dakikada teknik direktör beni oyuna aldı.

16 yıl 11 günlükken Anderlecht adına sahadaydım.

O gün finali kaybettik ama ben çoktan cennetteydim. Anneme ve dedeme verdiğim sözü tutma yolunda başarılıydım. İyileşeceğimizi anladığım andı.

Sam Robles / The Players’ Tribune

Ertesi sezon son sınıfta liseyi bitirmekle uğraşıyordum ve aynı zamanda Avrupa Ligi’nde oynuyordum. Öğleden sonra uçağa yetişebilmem için okula kocaman çantayla gitmek durumundaydım. Ligde burun farkıyla şampiyon olduk ve ben de Yılın Afrikalı Futbolcusu ödülünde ikinci sıradaydım. Bu gerçekten muhteşemdi.

Aslında hepsinin yaşanacağını umuyordum, belki bu kadar hızlı değil. Birden medya beni büyütmeye ve tüm baskısını üzerimde kurmaya başladı. Özellikle milli takımda. Nedense bir türlü Belçika’da iyi oynamıyordum. İşler yolunda gitmiyordu.

Ama hey kendine gel. Sadece 17’ydim. 18! 19!

İşler iyi giderken gazetelere baktığımda bana Belçikalı forvet Romelu Lukaku diyorlardı.

İyi gitmediğindeyse benden Kongo asıllı Belçikalı forvet olarak bahsediyorlardı.

Oynadığım oyunu beğenmiyor olabilirsiniz. Ama ben burada doğdum. Antwerp’te büyüdüm, ve Liege ve Brüksel. Anderlecht’te forma giymeyi hayal ettim. Vincent Kompany olmayı hayal ettim. Cümleye Fransızca başlayıp Flemenkçe bitiriyordum. Arada İspanyolca, Portekizce ya da Lingala kelimeler serptiğim de oluyordu.

Ben Belçikalıyım.

Hepimiz Belçikalıyız. Ve bu ülkeyi güzel yapan da bu değil mi?

Kendi ülkemde neden bazı insanların beni başarısız olarak görmek istediğini bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Chelsea’ye gittiğim dönem forma şansı gelmeyince güldüklerini işitiyordum. West Brom’a kiralandığımda kahkahalarını duyuyordum.

Ama bu normal. Mısır gevreğine su katarken o insanlar yanımda değildi. Hiçbir şeye sahip olmadığımda yanımda bulunmadıysanız gerçekten beni anlamanız mümkün değil.

Komik olan ne biliyor musunuz? Çocukken 10 sene Şampiyonlar Ligi futbolundan mahrum kaldım. Asla gücümüz yetmiyordu. Okula giderdim ve bütün çocuklar final hakkında konuşurdu, benimse ne yaşandığından haberim olmazdı. Real Madrid – Leverkusen finalini, 2002’yi, hatırlıyorum. Herkes “Vole! Aman Tanrım, ne voleydi!” diye haykırıyordu.

Neden bahsettiklerini biliyormuş gibi yapıyordum.

İki hafta sonra bilgisayar dersinde arkadaşım internetten bir video indirdi ve nihayet Zidane’ın sol ayağıyla üst köşeye gönderdiği golü görebilmiştim.

Sıradaki yaz o arkadaşımın evine gittim ve Dünya Kupası Finali’nde Fenomen Ronaldo’yu izleyebilme şansı buldum. Turnuvanın geride kalan kısmı okuldaki çocuklardan duyduğum hikayelerle sınırlı.

Heh! 2002’de ayakkabılarımda delikler olduğunu anımsıyorum, büyük delikler.

12 yıl sonra Dünya Kupası’nda oynuyordum.

Şimdi yeniden bir Dünya Kupası’na gidiyorum ve biliyor musunuz bu sefer keyif aldığım bir hatıra bırakacağım. Hayat, stres ve drama için epey kısa. İnsanlar takımımız ve benim için istediklerini söyleyebilirler.

Dinle adamım. Biz çocukken Thierry Henry’yi günün maçında izlemeye paramız yetmezdi. Şimdi milli takımda her gün ondan öğreniyorum. Efsaneyle yan yanayım, canlı canlı ve bana kendi yaptığı gibi boşluğa nasıl koşu atabileceğimi anlatıyor. Thierry, dünyada benden daha fazla maç izleyen tek kişi olabilir. Her şeyi tartışıyoruz. Oturup Almanya 2. Ligi hakkında laflıyoruz.

“Thierry, Fortuna Düsseldorf’un sistemini gördün mü?”

“Saçmalama, tabii ki gördüm.”

Bana kalırsa bu, dünyanın en havalı olayı.

Gerçekten dedemin buna şahit olmasını yürekten isterdim.

Premier Lig‘den bahsetmiyorum.

Manchester United değil.

Şampiyonlar Ligi değil.

Dünya Kupası değil.

Kastettiğim bunlar değil. Sadece sahip olduğumuz yaşantıyı görmesini dilerdim. Keşke ondan bir telefon daha gelse ve her şeyi anlatabilsem…

“Gördün mü? Sana söylemiştim. Kızın için her şey yolunda. Evde fare yok artık. Yerde yatmak yok. Stres yok. Artık iyiyiz. Biz iyiyiz…

… İnsanlar kimliğime bakma gereği hissetmiyor artık. İsmimi biliyorlar.”

Yazının orijinal metni için tıklayınız.


Plase:

Total
0
Shares
Önceki Yazı

Futbol Oynamak İçin Ne Gerekir

Sonraki Yazı

Kobe Bryant: Mamba’nın Olmak İstediği Yer

Bunlar da ilgini çekebilir