Türk spor tarihine adını altın madalyalarla süslemiş efsane güreşçi Gazanfer Bilge ve nostaljik bir televizyon kutusundan çıkan hikaye… Alper Erdem’in kaleminden…
Belki de yaşlanmak böyle bir şey, geçmişin insanın zihninde daha fazla yer kaplaması.
Murat Gülsoy, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, sayfa 72
Üç tarafı denizlerle ve dört bir yanı türlü badirelerle çevrili ülkemizde nostalji bağımlılığı hayli sık rastlanan bir vakadır. Kurulduğu günden beri memlekette koşullardan daha hızlı değişen yegane şeyin hava durumu olduğu düşünülürse (ki onun bile bir istikrarı vardır. Misalen İç Anadolu’da yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlıdır. Bir de Akdeniz’in bitki örtüsü makidir.) herkesin geçmişe dair tutunduğu şey farklıdır. Kimi geçmişteki insan ilişkilerinin samimiyetinden dem vururken, kimisi ise özgürlüklerden örnek gösterir. İşin özü bu nostaljinin yarattığı bir illüzyondur. Bugün hasret kalınan ne kadar şey varsa itinayla aranır ve genelde geçmişin tozlu raflarından çekip çıkartılır.
Çocukluğu türlü badirelerle geçmiş biri olarak, benim geçmişle olan bağım da çoğunluk gibi bir güzellemeler silsilesi şeklinde süregeldi ve gidiyor -hatta bazen yerini çok seviyor olacak ki gitmiyor- Bu yazının yazılma hikayesi de aslında geçmişle kurduğum bağlar ve beni tanıyanların yakıştırdığı üzere sahip olduğum “fil hafızası”.
Sizi fil hafızamda küçük bir gezintiye davet ediyorum şimdi. Yıllardan çocukluğumdayız. Tüplü televizyonların evlerin salonlarındaki iktidarlarının son dönemleri. Henüz kendi aklına sahip olmayan bu cihaz çocukluğumun bitmesiyle yerlerini akıl sahibi eğitimli modeline bırakacağından habersiz iktidarın keyfini sürüyor.
O dönemde çocukların televizyon izleme alışkanlıklarına dair bir toplum bilinci oluşmadığından ve tek bilinç öpüşen insanlar görüldüğünde aile büyüklerinin ışık hızıyla kumandaya koşması olduğundan bu kutunun içinde gördüğüm acayip şeyleri hala hatırlarım. Reha Muhtar bey amcanın haber sunuşu, silahlı mafyatik diziler (değişkenlikleriyle meşhur ülkemizde değişmeyen bir şey mi bulduk acaba?), magazinsel skandallar ve niceleri. Tüm bunlar arasında çocuk aklıma mıh gibi kazınmış olansa, şimdilerde hala ara ara tekrar izlediğim bir dizi. Atilla Atalay’ın kaleminden çıkıp küçük yaşlardaki bir erkek çocuğun zihnine dokunmayı başaran Sıdıka.
Şimdi okuyacaklarınız, yeni dönem televizyon dizileriyle haşır neşir olan “yeni neslin” kulağına inanılmaz gelebilir belki ama (nostaljinin illüzyonuna ben de kapıldım işte) bir dönem televizyonlarımızda Sıdıka gibi bana göre hayli başarılı bir iş vardı. Baş karakterinin adını alan favori dizim Sıdıka, toplumsal cinsiyet baskısını; ailesi, mahallesi ve tüm çevresi tarafından sonuna kadar hisseden ama buna rağmen kıvrak zekasıyla bu baskılara karşı çetin bir mücadele veren bir “ev kızı”nın hikayesini anlatırdı.
Konusu ve işlenişi bakımından hayli feminist desenler barındıran Sıdıka acımasızca -benim sonradan anladığım üzere- bir toplumsal cinsiyet eleştirisi yapar, ben ise küçük bir erkek çocuğu olarak bunları dikkatle izler ve Sıdıka’nın yaptıklarına hayran olurdum. Aynı zamanda Füsun Demirel (Sıdıka’nın annesi – Safiye Saka) ve Ali Erkazan (Sıdıka’nın babası – Zekeriya Saka) performanslarına da çok gülerdim. Öyle ki yıllar geçse bile dizinin repliklerinin çoğunu hatırlar, aklıma geldikçe kaldığım yerden gülmeye devam ederim. (Bunu yazarken de aklıma geldi o yüzden biraz gülüp geliyorum.)
(Geldim!) Sıdıka’ya gülerdim gülmesine ama bana tüm öğrettiklerinin yanında bir gün, yazacağım bir spor yazısının ilhamını Sıdıka’dan alacağımı da doğrusu düşünmezdim. Evet, bu yazıyı yazmamın sebebi çocukluğumda izlediğim ve asla unutmadığım bir dizi sahnesidir. Bu sahne yüzünden hayatımda belki de ilk ve son kez, tek bir müsabakasını bile izlemediğim bir sporcuya hayran olmuş ve yıllar boyu ne zaman ismini duysam ailemden biriymişçesine onu sahiplenmişimdir.
Bahsettiğim bölüm Sıdıka’nın 32. Bölümüdür. Baş karakterimizin ağabeyi Samim, bir bilgi yarışmasına katılmak için hazırlanmakta ve yarışmanın sonucunda para ödülü olduğu için başta babası Zekeriya Saka olmak üzere tüm aile tarafından desteklenmektedir. Zekeriya Saka, yarışmada soruların olimpiyat tarihinden geleceğini öğrendiğinde heyecanlanır ve Samim’in saydığı yabancı isimleri duyunca büyük bir özgüvenle: “Geç bunları geç Gazanfer Bilge’yi soracaklar” der. Zekeriya Saka’nın bu dediğine aldırış etmeden yarışmaya katılan ve Gazanfer Bilge sorusunu bilemeyen Samim’in aksine ben, Gazanfer Bilge ismini o sahnede duyduğumdan beri hiç unutmadım.
Senaristler küçük bir çocuğun bu sahneden etkilenerek Gazanfer Bilge ile ilgili araştırmalar yapacağını düşünmüş müydü bilinmez ama ben bunu yaptım. Öyle ki o gün bugündür ne zaman olimpiyat ve güreş yan yana geldiğinde benim aklımda tek bir isim yankılanır: Gazanfer Bilge! İşte bu yazı sizin de aklınızda Gazanfer Bilge’ye dair küçük de olsa bir yer açmak üzere yazılıyor aslında.
Benim nazarımda Karamürsel’in yetiştirdiği en ünlü iki şahsiyetten birincisi olan Gazanfer Bilge (ikincisi için bakınız Yedi Bela Hüsnü filmindeki Karamürselli Deli Hamdi), cumhuriyetin ilanından aylar sonra değişim rüzgarının pek sert estiği memleketimizde dünyaya gelmiş. Bu değişim rüzgarı onun karakterini hayli etkilemiş olacak ki, Gazanfer Bilge 17’sine kadar sporun birçok dalıyla ilgilenmiş. En nihayetinde bilgi yarışmasından para kazanılacağını duyan bir Zekeriya Saka refleksiyle, güreşte para var diyerek güreşi tercih etmiş.
Halihazırda zaten spora yatkın olan genç Gazanfer Bilge, güreşte basamakları hızla tırmanmış. Öyle ki kısa sürede kendi sıkletindekilerden üstte olan rakiplerini bile alt eder hale gelmiş. Sonrasında askerliğin yolunu tutan Gazanfer Bilge için asıl kırılma ise burada yaşanmış. Bahriyeli Gazanfer Bilge, Kasımpaşa Alayı’nda geçirdiği süre boyunca güreşten uzak duramamış. Kasımpaşa’daki güreşçilerden alayını yere seren bu Karamürselli delikanlı, o dönemin Kasımpaşa Kulübü Başkanı Selahattin Bey’in dikkatini çekmiş. Kulüpte de acemiymiş tecrübeliymiş demeden herkesin sırtını yere vuran Gazanfer Bilge’nin kariyeri Kasımpaşa Kulübü’nde başlamış. Böylece kariyerindeki ilk kırılma gerçekleşmiş.
Güreşçi olarak adını kendi camiasında duyurmaya başlayan Gazanfer Bilge’nin kariyerindeki ikinci kırılma ise Nuri Boytorun ile tanışması olmuş. Kendisi de eski bir olimpik sporcu olan Türkiye Güreş Milli Takımı antrenörü Boytorun, Gazanfer Bilge ile özel olarak ilgilenerek hem onun kariyerini hem de Türkiye güreş tarihini kökten değiştirmiş.
1946’daki Stockholm Olimpiyatları’na gidecek olan milli takımda üç isimden madalya bekleyen Nuri Boytorun, Gazanfer Bilge, Yaşar Doğu ve Celal Atik’i bu amaçla çok sıkı çalıştırmış. Öyle ki uzun ikna turları sonunda Gazanfer Bilge’yi 62 kiloya kadar düşürerek ona bu kiloda yarışmayı kabul ettirmiş.
İşte böylece Gazanfer Bilge, 17 yaşında başlayan güreş kariyerinin ilk madalyasını 23 yaşındayken 62 Kilo Kategorisi’nde finalde o dönemin ünlü güreşçisi Olle Anderberg’i yenip Avrupa şampiyonu olarak almış. Üstelik bu madalya, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ata sporu güreşte, serbest stilde kazandığı ilk altın madalya olması bakımından da tarihe geçmiş ve Gazanfer Bilge isminin spor tarihimizdeki ayrıcalıklı konumunu perçinlemiş. Celal Atik ve Yaşar Doğu ile birlikte o şampiyonadan 3 altın madalyayla dönen Türkiye, kendi güreş tarihinin o güne kadarki en parlak zaferini elde etmiş.
1946 Avrupa Güreş Şampiyonası’nın ardından 1948 Londra Olimpiyatları’na katılan Gazanfer Bilge ve arkadaşları, orada da kaldıkları yerden devam etmiş ve ülkemize güreşte 6 altın, 4 gümüş ve 1 bronz madalya getirerek 1948 Londra’nın bu daldaki en başarılı ekibi olmuşlar. Gazanfer Bilge, tüm rakiplerini tuşla mağlup ederek Avrupa’dan sonra bütün dünyaya da ne kadar büyük bir sporcu olduğunu rekor kırarak göstermiş. Gazanfer Bilge’nin burada kazandığı altın madalya ayrıca Türkiye’nin olimpiyat tarihinde serbest güreşte aldığı ilk altın madalya olması bakımından da tarihi bir öneme sahip.
1948 Londra Olimpiyatları’ndaki güreşçilerimizin ne kadar büyük ses getirdiğini anlamak için güreş müsabakaları neticesinde madalyaların dağıtımı sırasında yaklaşık 7 dakika boyunca Wembley’de İsitklal Marşı’nın çalınmış olduğunu belirtmekte fayda var ( 6 altın madalyanın dağıtımı sırasında üst üste 6 kere). Ekibimiz daha sonrasında İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in de özel ilgisine mazhar olmuş (evet o dönemde de İngiltere Kraliçesi Elizabeth).
Fakat ne yazık ki Gazanfer Bilge ve güreşçilerimizin başarılarının devamı gelmemiş. 1948’de yaşanan bu gurur tablosunun ardından bir banka sporcularımıza başarıları için 20’şer bin lira para vermiş ve istemeden de olsa sporcularımızın profesyonel olarak değerlendirilmelerine yol açmış. O dönemde Cumhuriyet Gazetesi yazarlığı yapan Olimpiyat Komitesi Başkanı Burhan Felek’in bu durumu köşesinde yazması ve olimpiyatlara profesyonel sporcuların katılımının yasak olması, Gazanfer Bilge ve arkadaşlarının 1952 Helsinki Olimpiyatları’na katılamamasına neden olmuş. Daha sonraları Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın girişimleriyle komite başkanı değişmiş olsa da, Helsinki’deki müsabakalar öncesi isimlerinin verilmediği gerekçesiyle sporcularımız güreşemeden yurda dönmüş.
Bu dönüş yolculuğu ekibimiz için hayli hüzünlü ve hayal kırıklığıyla dolu olarak görülse de, dönüş yolunda kalbi bir başka atan Gazanfer Bilge, hayatının en büyük kırılmasını da burada yaşamış. Altın madalya hayaliyle gittiği Helsinki’den altın yüzük hayaliyle dönen Gazanfer Bilge’nin yüreğinde, yarım aşırı aşacak bir beraberliğin ilk kıvılcımı burada yakılmış.
Güreş kariyerini noktaladıktan sonra önce bir otobüs firması açan Gazanfer Bilge, bütün yatırımını Karamürsel’e ve ülkemiz gençlerinin eğitimine yatırmış. Yaptığı hizmetler nedeniyle 3’ü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarından İsmet İnönü, Fahri Korutürk ve Süleyman Demirel’den olmak üzere 4 adet “Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilmiş ve hayatının son yıllarında Olimpiyat Komitesi tarafından “Dünya Fair Play Şeref Ödülü”ne layık görülen ilk Türk olmuştur.
Bu büyük güreşçiden geriye ise kazandığı madalyalar, kırdığı rekorlar ve ülkeye yaptığı hizmetler kalmıştır. Tabi ki bir de benim zihnimde hiç silinmeyecek olan bir replik: “Geç bunları geç Gazanfer Bilge’yi soracaklar!”
Harekete geçmek -gerçek bilgeliktir. Olmak istediğim şey olabilirim ama her ne ise onu istemem gerekli. Başarı, başarılı olmaya bağlıdır, başarılı olma olasılığına sahip olmaya değil.
Fernando Pessoa, Hiçbir Şey İstememenin Mutluluğu, sayfa 45