Ayrton Senna: İsyankâr, Deli ve Hayalperest

Ardında bir iz bırakmak için can atan ve bunun için ölmeye hazır olanlardan biriydi o da. Hatta belki de onların en azılısıydı. Seni özlüyoruz Ayrton.

”Yarışmak benim kanımda var.” 

Ayrton Senna

Geçmişten bugüne sahalarda, parkelerde veyahut yarış pistlerinde oynanan müsabakaların veya koşulan yarışların kuralları ve dinamikleri değişse de tek bir şey hâlâ aynı: Spor bir rekabet ve üstünlük kurma mücadelesi. Büyük sahneye çıkmak, kendi disiplinin zirvesinde yer almak ise ufak bir azınlığın başarılı olabildiği bir konu. Hiç şüphesiz, söz konusu Formula 1 olunca bu azınlık da gitgide ufalıyor. Dünyadaki en iyi 20-25 pilot arasına girmek ve büyük ligde kalıcı olabilmeniz için sağlamanız gereken devamlılık, çok az kişinin hakkından gelebildiği bir iş. Sadece iyi bir pilot olmanızın yetmediği bir lig burası. Her zaman için daha fazlasına ihtiyacınız var. Daha iyi bir araç, daha iyi bir takım, daha iyi bir takım arkadaşı, daha iyi sponsorlar, daha iyi bir menajerlik şirketi; hatta zaman zaman sizden daha iyi olacak bir rakip… Niki Lauda’nın James Hunt’ı olmasa da Niki Lauda’yı bugün bildiğimiz şekilde üç dünya şampiyonluğuna sahip efsane bir pilot olarak hatırlıyor olabilirdik. Ama Lauda’nın Hunt’ı vardı ve bu rekabet, onları unutulmaz kılmıştı. 1970’li yıllarda motosporlarına damgasını vuran Lauda-Hunt rekabeti, onları beyaz perdeye; bizleri ise o film sayesinde bu spora en ufak bir ilgi duymayanları dahi içine çekebilecek o açılış cümlesine götürmüştü:

”HER YIL FORMULA 1 SEZONUNA 25 PİLOT BAŞLAR VE HER YIL ARAMIZDAN İKİ KİŞİ ÖLÜR. NASIL BİR İNSAN BÖYLE BİR İŞ YAPAR? NORMAL OLANLAR DEĞİL TABİİ. İSYANKÂRLAR, DELİLER, HAYALPERESTLER. ARDINDA BİR İZ BIRAKMAK İÇİN CAN ATAN VE BUNUN İÇİN ÖLMEYE HAZIR OLANLAR.”

(RUSH)

Niki Lauda ve Ayrton Senna, ufak çaplı da olsa benzer bir kaderi paylaşıyordu. Lauda’nın büyükbabası ve babası, motorsporlarını ve yarışma duygusunu bir uçarılık olarak yorumluyor ve Lauda soyisminin politikacılarla, ekonomistlerle anılması gerektiğini düşünüyorlardır. Kendisi hâlihazırda Avusturya’nın önde gelen iş insanlarından biri olan Hans Lauda, torunu Niki’nin de bu yolda emek vermesi gerektiğini düşünüyordur ancak genç Niki’nin hayalleri ve eylemleri farklı yöndedir. Bir bankadan çektiği krediyle March takımının, yani Formula 1’e en yakın ligin, Formula 2’nin kapısını çalar ve hikâye başlar.

***

Brezilya toplumunun büyük çoğunluğunun aksine zengin bir ailede yetişen Ayrton Senna’nın da karşısına engeller çıkmamış değil. Çocuk yaşta bindiği karting araçlarında dahi kendinden bahsettirecek düzeyde iyi gözüken Senna’nın zirveye çıkabilmesi için Brezilya doğru adres değildi. Motorsporlarının anavatanı İngiltere, tıpkı bugünlerdeki gibi o dönemde de birçok genç yıldız adayı için kutsal topraklardı. Kendinizden bahsettirebileceğiniz bir spor medyası ve haliyle bir sponsor cenneti. Anne ve babası, üniversitede işletme eğitimini sürdüren Senna’nın aile şirketinin başına geçmesi konusunda ısrarcı olsa da genç pilotun aklında tek bir gaye vardır: Dünyada sadece 20 kişinin oturabildiği o koltuklardan birine oturmak. Bu yolda Niki gibi gidip bankadan kredi çekmek zorunda kalmasa da Kasım 1980’de, henüz 18 yaşındayken Brezilya’nın sıcak sahillerini bırakıp İngiltere’nin kasvetli havasının içine düşmek de kolay alınacak bir karar değildir. Bir ara ailesinin baskılarına dayanamayıp Brezilya’ya dönse de tekrar hayalinin peşinden koşarak İngiltere’nin yolunu tutar. O 20 koltuktan birine oturmadan geri dönmeye niyeti yoktur. Geri döndüğünde ailesinin artık tüm Brezilya halkı olacağından habersizdir. Elinde, avucunda ve en önemlisi CV’sinde pek de bir şey olmayan genç pilot, burada kurduğu birtakım bağlantılar ve elbette pistteki başarıları sayesinde Toleman takımının dikkatini çeker ve o malum 20 koltuktan birine oturur.

Sporu ve sporcuları yakından takip edenler bilecektir ki zirveye çıkmaktan daha zoru zirvede kalmaktır. Antrenmanlarını aksatmamak, iyi bir tempo tutturmak, iki haftada bir grid’in ön sıralarında yer almak ve aylarca süren bir sezonda bunu devamlı hâle getirebilmek… Daha ilk sezonunda padokta kendinden söz ettiren bir pilot olan Ayrton Senna, kısa ömürlü bir takım olan Toleman’la ilk sezonu geçirdikten sonra Lotus’a geçer. Lotus takımında geçirdiği üç yılda altı kez damalı bayrağı ilk sırada gören Senna, 22 kez podyuma çıkma başarısı gösterir. 1986 Dünya Kupası’nda Brezilya, çeyrek finalde Platini’nin Fransa’sına kaybederek kupadan elenmiştir ve bir gün sonra düzenlenen Detroit Grand Prix’sinde takım görevlisinden istediği Brezilya bayrağıyla zafer turunu atar. Bir daha da ne Senna, o bayrağı bırakır; ne de o bayrak, Senna’yı.

Motorsporlarının zirve liginde galibiyetler alıp, podyumlara çıkan Ayrton Senna, ülkesinde de artık kültürel bir figür hâline gelmiştir. O yıllarda ülkenin içinde bulunduğu siyasal istikrarsızlık, gün aşırı artan enflasyon, ekonomik yolsuzluklar, yozlaşmış siyasi ve haliyle toplumsal kültür; Brezilya halkının rahat nefes almasını engelliyordur ve kendilerini futbol dışı herhangi bir alanda gösterme konusunda bir inancı olmayan Brezilya halkı için, Formula 1’in bayrak adamlarından birine dönüşen Ayrton Senna, 1980’li yılların sonunda bir umut ışığı hâline gelmiştir.

1980’li yılların, bilhassa ikinci yarısında dayanıklılık problemi çeken ve Alain Prost sonrası iddiasız bir takım hüviyetine bürünen Renault’un da aradan çekilmesiyle birlikte McLaren-Ferrari-Williams üçlüsü, ekonomik olarak grid’deki diğer takımlarının oldukça önündeydi. Lotus’ta geçirdiği üç yılın ardından artık şampiyonluk iddiasında bulunamayacak bir takıma ait olmadığını hisseden Ayrton Senna, dönemin iddialı ekiplerinden McLaren’le anlaşır ve “büyük” olmanın gerekliliklerinden birine kavuşur. Grid’in en riskli ve en göz önünde koltuğuna oturacaktır: Alain Prost’un yanına.

***

Martina Navratilova’nın Chris Evert’ı, Michael Jordan’ın Detroit Pistons’ı, Niki Lauda’nın James Hunt’ı vardı. Spor geçmişten bugüne bir üstünlük kurma mücadelesi. Antrenmanlarını aksatmamak, iyi bir tempo tutturmak, iki haftada bir grid’in ön sıralarında yer almak ve aylarca süren bir sezonda bunu devamlı hâle getirebilmek için Senna’nın ihtiyacı olan şey rakibiydi. Mümkünse de bu rakip en yakınında olmalıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde insanlar, rekabeti ve üstünlük kurma mücadelesini cephelerde değil, yeşil sahalarda, parkelerde ve yarış pistlerinde aradılar. Zira insanlık, öldürmenin sıkıntılı bir ruh hâli olduğunu, peşpeşe iki dünya savaşı sonrasında, faturası acı olsa da anlamıştı. Ancak hâlâ daha ölmekte bir sıkıntı görülmüyordu, özellikle de yarış pistlerinde. Rakibini yenmek, ona karşı galibiyet almak, hatta alaşağı etmek ve bunların bir izlence hâline gelmesi, televizyonun en büyük arayışlarından biriydi. Televizyonun yavaş yavaş ekonomik olarak herkes için ulaşılabilir bir duruma gelmesi, modern çağın gladyatörlerinin evimize konuk olması anlamına geliyordu. Formula 1 de ihtiyacı olan rekabeti nihayet bulmuştu.

Kendisinden söz ettirme işini Lotus’ta geçirdiği yıllarda halletmişti Senna. Artık istediği tek şey şampiyonluk olan 28 yaşındaki pilotun geldiği takımın diğer koltuğunda hâlihazırda iki dünya şampiyonluğuna sahip isim Alain Prost oturuyordu. Aracın mekanik ayarlamaları konusundaki bilgisi sebebiyle Profesör lakabını alan saygın bir isim olan Prost, takımın lideri ve aynı zamanda birinci pilotu olarak görülüyordu. Ancak Senna’nın en basit tabirle ‘en iyi olmayı obsesyon hâline getiren düşünce yapısı’ onları motorsporlarının en şöhretli mefhumuna götürecektir: “En büyük rakibin, takım arkadaşındır.”

Ayrton Senna ve Alain Prost

1988 sezonu çok fazla olaya gebe değildi. McLaren takımının tasarladığı otomobil, grid’deki diğer araçlara oranla o kadar üstündü ki o sezondaki 16 yarışın 15’inde damalı bayrağı ilk gören araç, kırmızı-beyaz renkli McLaren oldu. Prost’un damalı bayrağı yedi kez ilk sırada görürken Senna’nın sekiz defa görmüş olması, Brezilyalı pilotu ilk dünya şampiyonluğuna; Formula 1’i ise tarihin en büyük takım içi rekabetine götürecektir. 1989 sezonunda ikilinin kendilerine rakip olarak gördüğü herhangi bir pilot-araç kombinasyonu yoktu. Sezon başlamadan önce iki pilot, kendileri arasında bir centilmenlik anlaşması yapmayı uygun gördüler. Anlaşmaya göre yarışın startından sonra ilk virajda birbirlerini zorlamayacaklardı. Ancak bu anlaşmaya sadık kaldıkları tek yer, Brezilya’daki Jacarepagua pistiydi. Sezonun ikinci yarışının koşulduğu San Marino’da film kopacaktı. Bundan sonraki dönemde iki pilot da anlaşmayı bozanın diğeri olduğunu iddia edecek ve sezon sonuna kadar hiç konuşmayacaklardı. Sezonun sondan bir önceki yarışı olan Japonya Grand Prix’sinde liderlik için atak yapan Senna, son şikanda Prost’u sıkıştırmış ve kazaya sebebiyet vermişti. Kazasonucunda Prost aracından inmek zorunda kalırken Senna, çizgiyi geçen ilk isim olmasına rağmen podyumda yerini alamamıştır. Kaçış yolundan geçtiği ve tam turu tamamlamadığı için diskalifiye edilir. Dönemin FIA Başkanı Jean-Marie Balestre’in Fransız olması da bu rekabetin ve anlatının sınırlarını geliştiriyor, âdeta altını harlıyordu. Balestre, mahkeme sonucunda Senna’nın altı aylığına lisansının dondurulduğunu ve kendisine 100.000 dolarlık bir para cezası verildiğini açıklıyordu. “Dünyanın en iyi pilotu olsanız bile aptalca kazalara sebebiyet vermek gibi bir hakkınız yoktur.” diyerek vatandaşı Alain’e arka çıkacak ve Senna’ya nefretini kusacaktı. Ayrton Senna’nın diskalifiyesi, aynı zamanda Prost’un üçüncü kez dünya şampiyonluğunu ilan etmesi anlamına geliyordu. 1990 sezonuna girilirken Prost’un üstünde yine kırmızı bir tulum vardı. Ancak bu alıştığımız McLaren tulumu değildi. Senna’nın en iyi olmayı saplantı haline getiren ruh hâli ve McLaren takımının Japonya’da Senna’dan yana tavır alması, Prost’un takımdan ayrılmasına yol açmıştı. Fransız pilot artık Ferrari için yarışacaktı ve bu kez içinde bulunacakları rekabet, geride bıraktığımız iki sezondan oldukça farklı olacaktı.

***

Motorsporlarının hayata dair en gerçek ve aynı zamanda en acımasız yanı bu delilik hâli. Her sezona 20 küsur pilotun başladığı, sonunda ise birkaç kişinin öldüğü bir sporda Senna da şampiyonların belki de en acımasızıydı. Rakibini geçebilecek en ufak aralığı gördüğünde oraya saldırmak, önündeki aracı zaman zaman yarış içinde tehlikeli bir konuma getirmek ve hatta onu kazaya zorlamak…

1990 Japonya Grand Prix öncesi yapılan toplantıda pilotlara gerekli olan birtakım şeyler anlatılırken söylenenlere katlanamamış ve “Buna tahammül edemem. Resmen saçmalık. Geçen yıl olanlar saçmalıktı. Buradaki herkes bu konuda benimle aynı düşüncede ve geçen yıl benim için gerçekten kötü geçti.” diyerek toplantıyı terk etmiş, içinde bulunduğu sporun politik yönüne isyan etmişti. Japonya’ya gelindiğinde Senna puan tablosunda lider konumdaydı. Prost’un ise şampiyonluk iddiasını sürdürmek için mutlaka podyumun en üst basamağında yer alması gerekiyordu. Prost’un Japonya Grand Prix’sinden puansız ayrılması, Senna’nın ikinci dünya şampiyonluğuna giden yol demekti. İlk viraja girilirken Ayrton, Alain’e çarparak ikisinin de yarışını bitirdi ve Brezilya televizyonu için yarışı aktaran spikerin ağzından şu cümleler döküldü: “Eğer yarış devam edecekse bu şampiyonluk mücadelesinin bittiği anlamına geliyor. Ayrton Senna, 1990 Formula 1 Dünya Şampiyonu!” Bu kimilerine göre pistlerde olmaması gereken bir uçarılık, kimilerine göreyse bir önceki sezon ‘çalınan’ şampiyonluğun intikamıydı. Kim ne derse desin şampiyonluk için en yakınındaki rakibini henüz ilk virajdayken kazaya zorlamak ve saatte 200 kilometre hızla giden bir aracın metrelerce sürüklenmesine yol açmak delilikten ibaretti.

En dar açıdan tavana vurulan meşin yuvarlak, yarım saniye kala potaya yollanan bir basketbol topu veya bitti denilen yerde bitmediği gösteren genç bir bisikletçi… İmkânsız geri dönüşlerin yeri sadece beyaz perde değil. Moneyball yanı başımızda. Bazen Kawhi Leonard’ın Philadelphia 76ers’ı evine yolladığı bir son saniye basketinde, bazen Ajax’ı kupanın dışına iten Lucas Moura’nın tıngır mıngır sol köşeye yolladığı Şampiyonlar Ligi topunda, bazense sondan bir önceki gününe 57 saniye geride girdiği zamana karşı etabında en yakın rakibiyle arasındaki farkı iki dakikaya çıkararak Tour de France’ı kazanan Tadej Pogacar’da. En zorlu koşullarda ve beklenmedik anlarda ortaya çıkanlar da alelade insanlar değiller. Onlar, hayal kurabilenler. Brezilya’nın sıcak sahillerini, ailesini ve en yakın arkadaşlarını bırakıp pek de iyi bilmediği bir dilin konuşulduğu İngiltere’ye gelen Senna da spor tarihinin gördüğü en büyük hayalperestlerdendi.

***

1991’de üçüncü ve son dünya şampiyonluğunu kazandıktan sonraki iki sezonda Williams koltuklarına oturan Nigel Mansell ve Alain Prost’un şampiyonluklarını izlemekle yetindi. Eski gücünü yitiren, 80’lerin ikinci yarısındaki o hıza ulaşamayan McLaren aracı, Senna’yı artık güçsüz gösteriyordu. Mansell ve Prost’un emekliye ayrılmasıyla 1994 sezonunda Senna’nın gideceği adres Williams olmuştu.

1994 sezonu, araçların radikal değişikliklere maruz kaldığı bir sezondu. 90’lı yıllarla başlayan Williams dominasyonunun rekabetin köküne kibrit suyu dökecek kıvama gelmesi, araçların fazlasıyla teknolojik bir yapıya kavuşma tehlikesi yüzünden reytinglerin düşme tehlikesi… Bilgisayar desteğiyle pistteki tehlikeleri görüp önlem almaya dayalı bir sistem olan aktif süspansiyon, Formula 1 için büyük bir tehditti. Sporun ruhuna aykırı olup olmadığının tartışıldığı bir ortamda, 1994 sezonu öncesinde sporu yönetenler, aktif süspansiyon sistemi, kilitlenmeyi önleyici fren sistemleri ve çekiş kontrolü gibi sürüş yardımlarını yasaklama kararı aldı. Formula 1 yönetimi, aldığı kararlar konusunda oldukça netti ancak son yıllarda sürüş yardımları sayesinde yol alan otomobillerden bu yardımları çıkardığınızda ortada kalan tek şey hızdı. Son yıllarda alışılan güvenlik önlemlerini ve sürüş yardımlarını kontrolsüz ve ani bir şekilde saf dışı bıraktığınızda hız, dünyanın en iyi sürücüleri için bile tehlikeli bir hâl alabiliyordu.

Williams takımı grid’in en iyi aracına sahip olsa da aktif süspansiyon sisteminin yasaklanması, işlerini bir hayli zorlaştırmıştı. Williams, grid’in en hızlı ve amansız araçlarından biriydi ama kontrol edilmesi oldukça güçtü. İlk iki yarışta pole pozisyonlarını alan Senna, sıralama turlarındaki tek turda iyi iş çıkararak saf sürüş anlamında bir sıkıntı olmadığını düşündürtse de yarış temposunda işler Williams adına iyi gitmemişti. Sezonun ilk iki yarışında yaşadığı sıkıntılar yüzünden bitiş çizgisini göremeden yarışı bırakmak zorunda kalan Senna, çıkış yolunu sezonun üçüncü yarışında, San Marino’da arayacaktı. İçi hiç rahat değildi. Michael Schumacher’in sürdüğü Benetton’ın yasal olmadığını, takımın kural kitapçığının sınırlarını aştığını düşünüyordu. İşin içinde mutlaka bir hile vardı. San Marino’ya kafasında soru işaretleriyle birlikte gelmişti.

San Marino’da hafta sonuna giden yol Rubens Barrichello’nun kazasıyla başlamıştı. Antrenman turlarında kaza yapan Brezilyalı pilot, Cumartesi günü geldiğinde kırık bir buruna, bandajlı bir kola ve kesik bir dile sahipti. Barrichello’nun kazasını antrenman turlarında hayatını kaybedecek olan çaylak pilot Roland Ratzenberger takip etti. İki hafta önceki Pasifik Grand Prix’sinde samimi olduğu genç pilot Barrichello’nun ölümden dönmesi ve Ratzenberger’in ölümü, Senna’yı derinden etkilemişe benziyordu. O hafta sonu padokta olan birçok kişi, onun hafta sonunu pistte geçirdiği süre zarfında oldukça gergin göründüğünü, hatta Senna’yı daha önce hiç öyle görmediklerini ileriki yıllarda dile getirecekti. Bu iki olay, grid’in bütün sürücülerini tek bir amaç doğrultusunda birleştirmişti: Temelleri 1960’lı yıllarda atılan Sürücüler Birliği tekrar kurulacak ve grid’in artık tecrübeli isimlerinden biri olan Ayrton Senna, bu organizasyonun direktörü olacaktı. Durgundu. Yarış hafta sonunda, temelleri 1935 yılında atılan ilk Fransız televizyon kanalı TF1 için yorumculuk yapan azılı rakibi Alain’e araç telsizinden selam dahi gönderecekti: “Sevgili arkadaşım Alain. Hepimiz seni özlüyoruz.” 1993 sonunda pistlere veda eden Alain sonrası Senna artık rakipsiz ve hatta belki de motivasyonsuzdu.

Pazar günü yarışın altıncı turunda Tamburello virajına 304 kilometre hızla gelen Senna, virajı alamadı ve betona çarptı. Tamburello aslında pilotların maksimum hızla dönebildikleri, yavaşlamak zorunda hissetmedikleri bir virajdı. Bugüne kadar kazaya neyin sebebiyet verdiği anlaşılamadıysa da birçoklarına göre bu kesinlikle bir mekanik arızaydı. Olay yerine gelen sağlık ekibi, entübasyon işlemine başlamıştı ancak dönemin Formula 1 medikal delegesi, dünyaca ünlü beyin cerrahı Sidney Watkins, o ânı yıllar sonra şu sözlerle anlatmıştı: “Göz kapaklarını kaldırdığımda beyninde çok ciddi bir hasar olduğu anlaşılıyordu. Kokpitten çıkarıp yere yatırdık. Bir an içini çeker gibi oldu. Agnostik biri olsam da o an ruhunun bedeninden ayrıldığını hissettim.”

***

O güne kadar dünyanın en çok seyirci çeken futbol organizasyonundaydı sıra. Oylamada Brezilya ve Fas’ı geride bırakarak Dünya Kupası’nı düzenleme hakkını kazanan Amerika Birleşik Devletleri, bütün dünyaya futbolun nasıl pazarlanacağı konusunda ders verirken Brezilya finale yürümüştü. Seleção da tıpkı Ayrton Senna gibi dördüncü dünya şampiyonluğunu kovalıyordu. Brezilya dışındaki dünya, at kuyruklu bir fenomenin peşine takılmışken Brezilyalı futbolcuların aklında tek bir düşünce vardı: Kupayı Senna’ya adamak. Tarihin en sıkıcı finallerden birine ev sahipliği yapan Rose Bowl’da Roberto Baggio o malum penaltıyı dışarı attığında iki buçuk ay önce sokaklarında milyonlarca insanın ağladığı Sao Paulo, artık dünyanın en mutlu insanlarına ev sahipliği yapıyordu.

O, büyüktü. Onu büyük yapan mefhum, grid’in en hızlı pilotu olması veya tarihin en sıra dışı rekabetlerinden birinin paydaşı olması değil; gerektiğinde hiç çekinmeden ortaya koyduğu isyankârlığı, deliliği ve hayalperestliğiydi. İsyankârlık, delilik ve hayalperestlikle bezenmiş karakterleri anlamak güçtü. Belki de biz ‘sıradan’lar için imkânsızdı. Boks diye bir spor olmasaydı da Muhammad Ali’nin ismini duyabilirdik. Hayatında tenis raketini eline almamış olsaydı dahi Roger Federer isminin bahsi sohbetlerimizde geçebilirdi. Onları anlamlandırmaya çalışmak, hafta sonları dünyanın herhangi bir yerindeki bir rekabete göz attığımızda belki de ilk yaptığımız işti, hâlâ da olmaya devam ediyor. “Sevgili arkadaşım Ayrton. Hepimiz seni özlüyoruz.”


Plase:

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın
Önceki Yazı

5 | Kırılma Anı

Sonraki Yazı

Çok Gol Atmanın Şampiyonluğa Etkisi

Bunlar da ilgini çekebilir