Pandemi nedeniyle bir sene gecikmeli de olsa nihayet Avrupa Futbol Şampiyonası EURO 2020 festivaline kavuştuk. Festival diyorum çünkü tıpkı Dünya Kupası ve Olimpiyatlar gibi 4 yılda bir kez düzenlenen bu organizasyon da benim nazarımda bir turnuvadan öte -hatta önce- bir futbol festivali. Kazanmak elbette önemli ama orada bulunup bu festival ruhunun bir parçası olabilmek kazanmaktan daha önemli. Aksi durumda takımlarına hiç şans tanımayan ülkelerin vatandaşlarının, muhtemelen üç maç sonra turnuvaya veda edecek takımlarını desteklemek için böyle bir seyahati göze almalarını açıklamak pek kolay olmazdı. Oysaki sahada oynanacak üç 90 dakikanın dışında, ruhu bütün bir şehre sirayet eden bu futbol festivalinin parçası olabilme arzusu ve hayali, futbola pek ilgisi olmayan sevgilinizi bile ikna edebilecek bir seyahat ve tatil planı yaratır.
Festival ruhu kavramı, herhangi bir festivale katılmış herkesin bildiği bir hakikattir. Festival ne üzerine olursa olsun eğer alkol ve müzik varsa, hayata dair bütün sıkıntılarınızı bu etkinliğin gerçekleştiği kutsal toprakların dışında bırakır ve bu süreç boyunca başka bir dünyanın -sınırlı süre için bile olsa- mümkün olduğuna tanık olursunuz. Müziğin; o festivaldeki eğlencenin ana unsuru olması bir yana, festival öncesinde herkesi havaya sokma, özellikle turnuvada yer alacak ülkelerde ortak duygu ve motivasyonu yaratma misyonu da vardır. Avrupa Futbol Şampiyonası şarkıları da daha çok bu düşünceyle yapılır. Euro 2020’nin resmi şarkısı olan We Are The People bu misyonu klibiyle, sözleriyle üstlenebilecek bir parça olmuş.
İlk duyduğunuz anda sizi avcunun içine alan bir parça değil kesinlikle, ama klibiyle beraber dinlendiğinde keyif almanın, taraftarlığın, dostluğun kazanmaktan öte kavramlar olduğunu açıkça vurguluyor. Avrupa Şampiyonlarının geçmişine baktığımızda 1992’de More Than a Game ile başlayan süreçteki şarkı temasının sırasıyla 1996 We Are In This, 2004 Forca, 2008 Can You Hear Me, 2012 Endless Summer, 2016 This One’s for You parçalarında hiç değişmediğini görürüz. Bu parçaların sözleri incelendiğinde ”birlik olma” ”kutlama” ”eğlenme” teması, bu yazının girişinde vurgulamak istediklerimle birebir örtüşmektedir. Bu sıralamada eksik olan ”Campione 2000” hem bu temaları içinde barındırıp hem de tribünlerce benimsenen bir şampiyonluk marşına evrilerek Avrupa Futbol Şampiyonası şarkıları arasında kendisine çok özel bir yer edinmeyi başarmıştır. Bu şarkılar arasında benim favorimse 2012 Avrupa Şampiyonası’nın parçası Endless Summer.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım ne varsa adeta hepsini yok sayıp da tamamen ”kazanma” odaklı milli takım şarkılarımız tam da bu yüzden benim içime sinmiyor ne yazık ki. Çünkü o müzisyenlerin pek çoğu kendilerini tribün yerine koyup da milli takıma şarkı yerine marş yazmaya çalışıyorlar ve tribünü pek bilmediklerinden de sıklıkla duvara tosluyorlar. Fakat bundan önce o şarkılarda eleştirilmesi gereken daha temel bir mesele var ki bunu şarkılarla sınırlamak da hata olur. Hatta şarkılar bana göre hastalıklı olan bir düşüncenin bir tezahürü sadece. Biz milli sporcularımızı, özellikle de futbol takımımızı bir turnuvaya savaşa gönderir gibi gönderiyoruz. Hatta zaman zaman rakip ülkeyle yaşanan siyasi sorunları da oyuncularımızın omuzlarına yükleyip onlardan sahada bu sorunlara cevap vermelerini bekliyoruz. Ve bu beklentileri gazete başlıklarına, spiker/yorumcu söylemlerine ve nihayetinde şarkılara, kliplere, reklamlara yansıtıyoruz.
Milli takımımız için yakın zaman önce Avrupa Futbol Şampiyonası şarkıları arasına eklenen ”Bizim Çocuklar” isimli parça da pek tutmadı. Ölümüne, parçala, zirveye çık gibi tamamen kazanmak vurgusuna hizmet edebilecek ve ancak bir marşa uygun olabilecek sözler, pop şarkı formatında rap sosunu da bulanarak verildi. Buna karşılık insanların cevabı, Tarkan’ın 2002 Dünya Kupası sırasında milli takıma uyarladığı Bir Oluruz Yolunda parçasını tekrar hatırlayıp övmeleri oldu. O parçanın bu kadar sevilme nedenleri düşünüldüğünde milli takımın o turnuvadaki muazzam başarısı ilk cevap olarak gelebilir aklımıza. Ama o dönem yapılan tek şarkı o değildi ve eğer doğru cevap bu olsaydı diğer şarkıların da benzer şekilde hatırlanması, hala övülmesi gerekirdi. Ben o şarkının bu kadar sevilmesinin iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi elbette şarkının orijinal halinin de zaten iyi bir şarkı olması. İkincisi ise defalarca kez denenen pop türünde marş yapma arzusundan sıyrılıp bir şarkı formatında kalması.
Yine milli takım sponsorlarınca yapılan reklamlarda kullanılan pek çok şarkı, milli takım için yapılan parçalardan çok daha fazla rağbet görmüştür. İlk aklıma gelen örnek bir Cat Stevans harikası olan My Lady d’Arbanville’den uyarlanan ”İşte Bizim Takım” parçası. Keza Helldorado’nun Drinking Song’unun melodisi de milli takıma uyarlandığında çok sevilmiş, hemen benimsenmişti. Bu kadar başarılı örnek dururken ve formül de netken hala birilerinin kendilerini; atmosferini, ruhunu hiç bilmedikleri tribünler yerine koyup da marş yazma uğraşlarını ben beyhude bir çaba olarak görüyorum. Bugün bir takımla özdeşleşen bestelerin, şarkıların hemen hemen hepsi önce tribünden çıkmış, sonra stüdyoda enstrümanlarla zenginleştirilip şarkı/marş formatına getirilmiştir. Tabii ki You Will Never Walk Alone, We Are The Champions gibi parçalar kendi içerisinde derin hikayeler barındıran, bir benzerlerine daha zor rastlanacak örnekler. Bu iki eser hiç değiştirilmemiş, olduğu halleriyle biri Liverpool’un gayri resmi marşı, diğeri ise şampiyonluk kutlamalarının tema müziğine evirilmiştir.
Avrupa Şampiyonası şarkılarından bahsederken asla atlanmaması gereken bir tribün bestesi de mevcut. Kuzey İrlanda taraftarları, milli formayı sadece birkaç kez giyen ve 2016 Avrupa Şampiyonası’nda da genellikle yedek kulübesinde kendisine yer bulan Will Grigg için harika bir tezahürat yaratmışlardı. 90’lara damga vurmuş bir şarkı olan Freed From Desire’nin sözleri Will Grigg’e uyarlanmış ve ortaya çıkan tezahürat; festival ruhunun, eğlencenin, takım sevgisinin fenomeni olmuştu benim nazarımda. Kuzey İrlanda o turnuvada en iyi 3. olarak gruptan çıkıp bir üst turda eleniyor, oynadıkları 4 maçta sadece 2 gol atabiliyordu. Ancak Kuzey İrlandalılar o turnuva boyunca en çok eğlenen taraftar gruplarının başında geliyorlardı. Will Grigg tezahüratına dair videolardan birinin altındaki şu yorum söylemek istediklerimi tek cümleye sığdırmış belki de;Gettin drunk in the bar and singing your team songs… That is life(Bir barda alkol al ve takımının marşını söyle… Hayat bu!)
Pandemi nedeniyle bir yıldan uzun süredir hayatın dışında kaldık. İnsan, sözlerinde sık sık zamanın öneminden bahsetse de içerisindeyken pek fark edemiyor ama hayata müdahale edemediğinde, zamanın içine karışamayıp da zamanın yanından akıp gittiğine şahit olduğunda, bir yılın insan ömrü için ne kadar önemli bir süre olduğunu daha iyi anlıyor. Görülemeyen arkadaşlar, yapılamayan seyahatler, yarım kalan flörtler, gidilemeyen konserler, iptal olan festivaller, seyircisiz maçlar… Tüm bunları yaşadıktan sonra şimdi böyle bir festivali bulmuşken sonuna kadar bunun tadını çıkarma taraftarıyım. Katılma şansını kaçırdığınızda ya da bir sebeple o festival iptal olduğu için onu yitirdiğinizde kaçırdığınız şeyin değerini anlamak kolay ama faydasız. O yüzden sahipken, yaşarken değerini bilmek gerek. Çünkü yarın bir festival daha elinizden alınmış olabilir, koskoca bir deniz yarın yok olmuş bile olabilir bu ülkede. Denize, festivallere ve tüm bunlar için önce birbirinize sımsıkı sarılmanız gerek.
Hayat bu mu bilmiyorum ama festival tam olarak budur; bir barda içmek ve arkadaşlarınla, sevdiklerinle şarkılar söylemek.