Albert Camus: Kalede Bir Filozof

Varoluşçu felsefenin en önemli isimlerinden Albert Camus’nün gençlik yıllarında futbol sevdasına ve kalecilik yaşantısına dair…

7 Kasım 1913’te Cezayir’in kıyıya oldukça uzak bir kasabasında  dünyaya gelen çocuğa Albert adı verildi. Bu çocuğun annesi İspanyol bir temizlik işçisi, babası ise Alsaslı bir çiftçiydi. Yoksul bir aileye mensup olan Albert, zorlu yaşantısının henüz başlarında -1. Dünya Savaşı’nda- babasını kaybetti. Albert Camus, annesine yük olmamak ve bağımsız bir yaşama sahip olmak amacıyla küçük yaşta evden ayrıldı. Bu, Küçük Albert’in hayata dair belki de ilk başkaldırışıydı.

Cezayir’de yaşadığı zaman çocukluğunun başındaydı. İlkokul sırasında orta saha ve forvet pozisyonunda oynadı. Doğuştan  iyi yeteneklere sahipti ve futbol hayranıydı. İlk takımı onunla komşu olan bir kasabadaydı. Kendisini isteyen -komşularının garipsemesine yol açacak olan- Montpensier Futbol Kulübü’nün oyuncusu oldu. Kasabanın sakinleri birbirlerine, “Bu çocuk neden bizimki yerine başka bir bölge takımı için oynuyor?” diye soruyorlardı.

İlköğrenim hayatında başarılı olunca lise eğitimi için burs kazandı. Ardından Cezayir Üniversitesi’nde felsefe eğitimi almaya başladı. O yıllarda para kazanmak için çeşitli işlerde çalışmaktaydı. Gençlik yıllarında çalışma hayatı, siyasi faaliyetleri ve edebi işlerinin yanında, futbola duyduğu ilgiyi de devam ettiriyordu. Geçmişte forvet ve orta saha oynayan Albert, 1930’larda Kuzey Afrika’nın Şampiyonlar Ligi’ni kazanmayı başaran Racing Universitaire d’Alger adındaki üniversite takımında -radikal bir değişikle- kaleci olarak görev aldı. Bu değişimin sebebini kimse bilmiyor ama belki de varoluşçu felsefesinin bir yansıması olarak kaleci olmayı seçmişti. Bitirilmemiş işlerin ve tamamlanmamış olayların adamı olan Camus, rakibin şutlarını engelleyerek gol pozisyonlarını sonlandıran ve rakip taraftarın umudunu solduran isim oluyordu. Kaleciliği,  insanın hem çok yalnız hem de dayanışma içinde olduğu bir meslek olarak tanımlayan Albert Camus, ciğerlerinden rahatsız olması ve vereme yakalanması sebebiyle futboldan oyuncu olarak uzaklaştı. Ancak Camus, sağlık sorunlarının kendisini futbolun seyir  zevkinden mahrum bırakmasına izin vermedi.

Futbolun, çıkış amacıyla ilintili olarak, yoksulları ve emekçileri temsil eden yönünün de Albert Camus’nün zorlu yaşantısının bir yansıması olarak görülmesi mümkün. Albert Camus’nün dünyasında futbol ile yaşantısının ortak paydada buluşmasına şaşırmamak gerekir. Nitekim “Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.”  sözüne dayanarak da Camus’nün futbolu bir yaşam tarzı ve hayat okulu olarak benimsediğini söyleyebiliriz.

“İnsanlar, politikacıların ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.”

Albert Camus

Albert Camus, 1950’lerde bir spor dergisiyle yaptığı röportajda sorulan “Futbol mu yoksa tiyatro mu?” sorusuna tereddütsüz bir şekilde futbol cevabını vermişti. “Yabancı” kitabındaki Meursault karakterinin de Camus ile büyük benzerlik gösterdiğini görmekteyiz. Olumsuz koşullardan minimum düzeyde etkilenen Meursault karakteri, gayriihtiyari olarak umursamaz bir ruh hali içerisindeydi. Tıpkı bir kaleci gibi yalnız ve bu yalnızlığıyla tüm olumsuz koşullara rağmen mutlu olmaya çalışan Meursault karakterini, bu yönüyle Albert Camus’nün bir izdüşümü olarak görebiliriz.

Günümüzde yaşasaydı şüphesiz absürt bir takımın Türk spikerler tarafından ismi zor telaffuz edilebilen bir kalecisi olurdu Camus. Türkiye’de Adana Demirspor ya da Fransa’da AS Saint-Etienne mesela; bu iki takım da hem işçi sınıfı tarafından kurulmuştur, hem de kuruldukları şehirlerin iklimleri, Camus’nün memleketi Cezayir’in iklimine oldukça yakındır.

Teknik direktör olsaydı, kapitalizmi ve sömürüyü politika haline getiren İngiltere’nin, Merseyside şehrinde işçi sınıfı tarafından kurulan Premier Lig’in etkili ekiplerinden Liverpool’da görev alırdı muhtemelen. Vatandaşı Arsene Wenger’in uzun yıllar Arsenal’de uyguladığı, Fransız genç futbolcuları kulübe ve İngiliz futboluna kazandıran ilginç ve etkileyici politikasını uygulardı.

1957’de edebiyatın Şampiyonlar Ligi olan Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Albert Camus bir dergide verdiği röportajda en absürt ölümün trafik kazası olduğunu belirtmişti. 4 Ocak 1960 tarihinde Villeblevin kasabasında arkadaşı ile birlikte geçirdiği trafik kazasında ölmesi ve paltosunun cebinden aynı güzergâh için alınmış tren biletinin çıkması tüm hayatının ironik ve absürt bir özetidir bir bakıma.

Camus’nün nasıl bir kaleci olduğunu ne yazık ki bilemiyoruz ama ne mutlu bize ki, onun nasıl bir yazar olduğunu tecrübe edebilecek kadar esere ulaşmamız mümkün. Bugün birtakım entelektüellerce futbolun anlamsız bulunmasına ilişkin olarak da Camus’nün Nobel konuşmasından bir alıntıyla son verelim yazımıza;

Gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçümsemezler. Onlar yargılamak yerine anlamak zorundadırlar.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın
Önceki Yazı

Louis Silvie Zamperini: Ölümle Uzun Soluklu Bir Yarış

Sonraki Yazı

Lillard ve Sesi: Dame D.O.L.L.A

Bunlar da ilgini çekebilir