26 Ocak 2020, birçoklarının Kobe’yle geçirdiği son akşam, son hatıraydı. Yalnız son hatıradan önce bahsedilmesi gereken bazı şeyler var. Radikal düşünceler, aşırı duygular ve Kobe’nin olmak istediği yer.
26 Ocak günü evden hiçbir şey olmamasını umarak çıkmıştım. Dünya tarihinin en azından benim tanık olabildiğim kısmı için diyorum; savaşların ve yıkımların hiç olmadığı kadar hayatımıza girdiği ve toplumsal hayatın daha önce hiç olmadığı kadar siyasallaştığı bir ortamda insanın günlük hayatında aradığı, belki de en temel hissiyat hiçlik oluyor. Ne üzüntü, ne sevinç, ne pişmanlık, ne de sinir… Acı verici herhangi bir haberin telefonlarımıza bildirim olarak geldiği bugünün dünyasında her saniye titreşim hâlinde, diken üstündeyiz. Kimi zaman düşüncelerin radikalleşmek zorunda kaldığı ve duyguların aşırı uçlarda konumlandığı bir dünyada tesadüf ki sıradan bir akşamdı ve hiçbir şeyin olmaması, günbegün felaketlerin ortasında kaldığımız bir dönemde olabilecek belki de en güzel şeydi. Henüz koronavirüsün hakim güç olmadığı bir dünyada arkadaşlarımla buluşacak, daha önce bin kere konuştuğumuz ve hiç sıkılmadığımız onlarca şeyi tekrar konuşup evlerimize dağılacaktık. En azından planlar bu yöndeydi. O an için aklımda olan ve belki de en çok üzerine düşündüğüm şey 23.00’te başlayacak Denver Nuggets-Houston Rockets mücadelesiydi. James Harden kaç sayı atacak, Nikola Jokic triple-double’ı maçın bitimine kaç dakika kala tamamlayacak? Yanıtlanması gereken en kritik sorulardan birkaçı bu minvaldeydi. Sonra, haber geldi. Kobe Bryant bir helikopter kazasında hayatını kaybetmişti. Daha sonrasında, telefonumun sık sık titreşim hâline geçtiği dakikaları spekülatif iddialar takip etti. Kızları yanında mıydı, tek başına mıydı? Yoksa bütün ailesi o helikopterin içinde miydi? Arkadaşlarımdan ayrılıp eve yürürken telefonumu aşağı-yukarı kaydırıp gördüğüm uçlarda yaşanan duygular ve kısmen marjinalleşen düşünceler, Kobe Bryant’a dair hissettiklerimizin odak noktasına oturdu.
Bütün bunlar olurken eve geldim. Maçların ertelenip ertelenmeyeceğinin uzunca bir süre tartışıldığı ve molalarda parkeye çıkan maskotların seyircileri ‘eğlendirmek’ zorunda hissettiği dakikalarda normal sezon NBA takviminde bin küsur maçtan biri olan Rockets-Nuggets mücadelesi de başlamıştı. O sıradan maç ve ara ara yazılanlara bakmak için ele alınan telefon, birçoklarının Kobe Bryant’a dair son hatırası oldu. Yalnız son hatıradan önce bahsedilmesi gereken bazı şeyler var. Radikal düşünceler ve aşırı duygular.
Neo-liberal politikaların spor organizasyonlarında balyoz etkisi yarattığı ve Michael Jordan’ın “Her şeyi kişisel aldığı” yıllarda lig, bir süper kahraman cennetiydi. Charles Barkley, Karl Malone, Shaquille O’Neal ve Scottie Pippen gibi isimlerin sık sık gündeme geldiği ligde birçok oyuncu bireysel anlamda ön plana çıkıyor, kendinden söz ettiriyordu.
Jordan’ın bir süper kahraman anlatısına kavuştuğu yılların sonunda lige dahil olmuştu Kobe. Jordan’ın sahadaki yenilmez duruşu, rakiplerine üstten bakışı, antrenmandaki “Kendim yapmadığım hiçbir şeyi takım arkadaşlarımdan beklemedim” şiarı onu özel kılıyordu. Kobe Bryant da kendisine Jordan’ı örnek almıştı. Dünyanın en iyi oyuncusunu öğretmeni değil, okulu bellemişti. Onun çalıştığı gibi çalışacak ve sahada onun yaptıklarını yapacaktı. Orta mesafede geriye çekilerek attığı şutlar, yüksek posta geçtiğindeki ayak hareketleri ve turnikeye girerken dilini çıkarışı… Bunlar yeterli değildi. Sahadaki duruşunu, kullandığı mimiklerini, yürüyüşünü ve sevinçlerini de Jordan’dan almıştı. Karbon kopya dedikleri bu olsa gerek. Ölümünden sonra defalarca iki ismin görüntülerinin üst üste eklemlenmiş hâllerini seyrettik. Kobe, Jordan gibi olmak istemiyordu. Kobe, Jordan olmak istiyordu.
Muhammed Ali yıllar önce katıldığı bir televizyon programında her zaman olduğu gibi yine kendisinden bahsediyordu, insanlardan ve kendisinden. Ellerini, kollarını ve mimiklerini sıklıkla kullandığı konuşmasında şöyle diyor:
“Bazı insanlar diğerlerinden daha ilerisini görebilir. Bu yüzden, insanlar ne yaptığımı kendi mantıklarıyla yargılamak istiyorlarsa bunu yapamazlar. Bazı şeyleri yapamayacağımı düşünüyor ve bunların yapılmaması gerektiği konusunda akıl yürütüyorlar. Tarihsel bilgileri, bunun yapılamayacağını söylüyor. Bu yüzden akıl yürütmeleri, bilgileri ve mantıkları buradaki zihniyetle çatışıyor. İnsanlar (elleriyle aşağıyı gösteriyor) burada, ben ise (elleriyle yukarıyı gösteriyor) buradayım. İşin özü şu ki yukarıdayım. Senden daha fazlasını ve daha ilerisini görebiliyorum. Ve sen bana bakıp şöyle diyorsun: ‘Ali, yapma! Yapma bunu. Ali, lütfen dur adamım! Canın yanacak.’ Ama senin gibi düşünmeyecek kadar yukarılardayım. Ben senin gibi değilim.”
Ali, ona yapmaması söylenilen her şeyi teker teker yapmıştı. Ve üstelik, bunları yaparken kendisini göstermeyi de bilmişti. Birleşik Devletler’de dönem “Yeni Gazetecilik” adını almıştı. Kendi imajını yönetmesini en iyi şekilde biliyor oluşu, onu sporun dışına taşan bir figür hâline getirmişti. 1960’lı ve 70’li yıllar, basın toplantılarını kendisine tahsis edilen özel bir sahne olarak kullanan Ali’nin yıllarıydı. Yumruk yeme sanatının ustası hâline gelen Ali, muhabirlerin alındığı basına açık antrenmanlarda bazen sinir uçlarına dokunacak ölçüde ses tellerine hâkim olamıyor, rakipleri hakkında ileri geri, hatta bazen alaycı konuşuyor ve kendisine seçtiği The Greatest lakabı gibi birçok şeyle gazetecilere bol bol malzeme veriyordu. Çünkü insanlar orada, kendisi ise buradaydı. İyi ya da kötü. Melek veya şeytan.
* * *
Kobe Bryant da elbette orada olmak istiyordu. Ali’nin “Ben buradayım.” dediği yerde. Kariyerinin ilk yıllarında tırmanması ve aşması gereken bir dağ vardı. Shaquille O’Neal’ın takımı düşünmeyen, umursamaz, hatta sadece kendisini düşünen bencil tavırlarından rahatsız oluyor ve takımda en çok çalışanın, haliyle en çok şut kullanması gereken ismin kendisi olduğunu açık açık söylüyordu. Adım attığı organizasyon kolay bir yer değildi. Los Angeles Lakers, tarihe baktığınızda ligin en zorlu iki organizasyonundan biriydi. Hiç kimsenin drafttan gelen ham bir çocuğun pişmesini bekleyecek hâli yoktu ve takımınızda Shaq varsa oyununuzu onun üzerinden kurgulamanız kadar doğal bir şey de yoktu.
Kobe, Jordan olmak istiyordu. Ancak içinde bulunduğu ortam ona uygun değildi. Jordan, kolejin en gözde okullarından biri olan North Carolina’da üç yılını harcarken Kobe Bryant 18 yaşında lige giriş yapmıştı. Jordan, Dean Smith gibi bir efsanenin tedrisatından geçmişti ancak Kobe, o yıllarda her ne kadar iyi bir potansiyel vadetse de lig için oldukça ham bir görüntü çiziyordu. Zor günler geçirdiğinde sırtını yaslayabileceğı bir memleketi yoktu. Philadelphia’da doğmuştu ancak çocukluğunu İtalya’da geçirmişti. İtalya’da geçirdiği yıllardan memnuniyetini her ne kadar sıklıkla dile getirse de Amerikan kültüründe yetişmemişti ve en azından Allen Iverson gibi isimlere oranla Amerikan siyah toplumunun kültürel dinamiklerine uzak bir görüntü çiziyordu. Jordan’ın “her şeyi kişisel aldığı” yıllardan sonra Kobe de kendisine düşman seçecekti. Çünkü akıl hocası öyle yapmıştı.
12 Kasım 1996’da Allen Iverson, Garden’da Knicks potasına 35 sayı bıraktı. 12 Kasım 1996’da Houston’daki galibiyetimizde beş dakika oynadım ve maçı iki sayıyla bitirdim. O gece otel odama girip SportsCenter’da 35 sayıyı gördüğümde kendimi kaybettim. Masayı devirdim, sandalyeleri fırlattım, televizyonu kırdım. Çok sıkı çalıştığımı sanıyordum. Beş dakika ve iki sayı.
Kobe Bryant – theplayerstribune
Kobe çok çalıştığını düşünüyordu ancak yeterli değildi. Iverson ise underdog’un tillahıydı. Annesi ile kendisini küçükken yalnız başlarına bırakan bir babaya sahipti. Gençliğinde girdiği kavgalar ve hapiste geçirdiği yıllar onu lig izleyicisinin gözünde farklı bir konuma getiriyordu. Iverson, 1999’da Philadelphia formasıyla Kobe’nin memleketinde Kobe’ye karşı 41 sayı, 10 asistle oynamıştı. Ve şalter attı:
“Iverson hakkında bulabildiğim her kitabı ve makaleyi saplantı derecesinde okudum. Kolejde çıktığı maçlara kadar oynadığı her maçı saplantı derecesinde izledim. Her başarısını, her mücadelesini saplantı derecesinde inceledim. Bulabileceğim her zayıflığı saplantı derecesinde araştırdım.”
O maçın üzerinden bir yıl geçmeden Lakers ile Philadelphia tekrar karşı karşıya geldi. Phil Jackson, Kobe’nin hissettiklerinden habersizdi ancak maçın ikinci yarısında Iverson’ı savunma işini genç Kobe’ye vermişti. O günü yıllar sonra Iv“erson’ı savunmaya başladığımda ilk devrede 16 sayısı vardı. Maçı da 16 sayıyla bitirdi. İntikam tatlıydı. Ancak galibiyetten sonra da tatmin olmuş değildim. En başından beri bana böyle hissettirmesinden rahatsızdım.” ifadeleriyle anıyor ve saplantılı karakterini tekrar ortaya koyuyordu.
Sahiplenilmeyi ve lige ait biri olmayı da en az parke üzerinde yaptıkları kadar önemsiyordu. Bu uğurda hiç beğenilmese de bir rap albümü dahi çıkarmıştı. Hatta bu albüme giden yolda 1998 yazında üç hafta boyunca Steve Stoute’nun evinde kalmıştı. O kültüre ait olduğunu hissediyor, o tarz gruplarla yakın ilişkiler kurmak istiyordu. Amacı çok basitti: Göz önünde olmak. İnsanların kendisi hakkında ne konuştuklarını, neler dediklerini dahi öğrenmek istiyordu. Sosyal medya çağının öncesinde NBA takipçilerinin SLAM dergisine yolladıkları mektuplara göz atıyor, dışarıdan nasıl gözüktüğünü merak ediyordu. Ve orada olmak istiyordu. Ali’nin “Ben buradayım” dediği yerde.
* * *
Phil Jackson’ın Los Angeles’ta olduğu yıllarda üç kez art arda şampiyonluk kazanan kadronun bir parçası oldu. Ancak bu şampiyonluklar, iş Kobe’yi tanımlamaya geldiğinde sınıfta kalıyordu. O yıllarda Shaq’la bir ağabey-kardeş ilişkisi kuramadı, tıpkı takımdaki egoları doğru yönetme konusunda spor tarihinin en iyi isimlerinden biri olan Phil Jackson’la bir baba-oğul ilişkisi kuramadığı gibi.
Takım içinde en çok çalışanın kendisi olduğunu düşünüyordu ve hücumun kendisi üzerinden kurgulanması gerektiğine inanıyordu. O dönem için NBA’in geçer akçesi olan Üçgen Hücum’u dahi kabul etmiyordu. Phil Jackson’la bu konuda çatışıyor, tatilden fazla kilolarla dönen ve yazın tatil yapıp sezon başlarken ameliyat olmaya karar veren Shaq’ın profesyonellikten uzak bir sporcu olduğunu düşünüyordu. Üst üste üç şampiyonluk dışarıdan ne kadar şaşaalı gözükse de yeterli değildi. Kobe şampiyon olmak istemiyordu. Kobe, Jordan olmak istiyordu.
2003 yazında Kobe Bryant tecavüz iddiası nedeniyle gözaltına alındı ve hâlihazırda Jackson ve O’Neal ile anlaşamadığı için takımdan ayrılmaları sebebiyle zarar görmüş imajı dibe vurdu. 2004 sezonu devam ederken mahkeme devam ettiği için sık sık Colorado’ya gitmek zorunda kalıyordu. Özel jetiyle mahkemeye gidip oradan direkt maçın oynanacağı salona uçtuğu ve Birleşik Devletler’deki her salonu gezmek zorunda kaldığı bir dönemdi ve bu durum gittiği her deplasmanda kendi aleyhine kullanılacak bir tribün malzemesine dönüşmüştü. Suçlama ilk yöneltildiğinde aralarında herhangi bir ilişki yaşanmadığını söylese de yargılama sürecinde aralarında rızaya dayalı bir ilişkinin geçtiğini kabul edince imajı çok daha büyük zarar gördü. Dava sonunda Kobe Bryant hiçbir zaman tam olarak açıklanmayan bir meblağı tazminat olarak ödemeyi kabul etti ve tüm bu olanlar sonunda şu ifadeleri kullandı: “Aramızdaki ilişkide rıza gösterdiğine gerçekten inanmama rağmen şimdi onun aramızdaki ilişkiyi benim gibi görmediğini anlıyorum.” Kobe Bryant’ın mahkeme öncesi ve sonrasında değişen demeçleri, tecavüze uğradığı iddia edilen kişinin tazminat olarak ödenilen parayı alıp susması ve davanın üstüne gitmemesi ise bugün bile hâlâ bu olayın sürüncemede kalmasına neden oldu.
Sonrası, Ruhunu Arayan Takım kitabıyla devam ediyor. Kariyerlerinin son yıllarında yüzük kazanma umuduyla takıma katılan Karl Malone-Gary Payton ikilisinden Malone emekliye ayrılmış, Payton ise sezon sonunda Boston Celtics’le imzalamıştı. Ruhunu Arayan Takım kitabının hazırlıklarına başlayan isim ise bizzat Phil Jackson’ın kendisiydi. Kobe’nin istediği olmuştu aslında. Etrafında kimse yoktu artık. Dilediği gibi Jordan olabilirdi.
* * *
2005 sezonu Kobe’nin ne saha içinde ne de saha dışında Jordan olabileceğini anladığı belki de ilk sezondu. Aynı yıllarda oyunun nasıl oynanacağını San Antonio Spurs belirliyordu. Phoenix Suns gibi bir takım basketbolu değiştiren takımların öncülüğünü üstlenirken Spurs’ün düşük tempo, yüksek fundemental basketbolu yolun sonunda başarıya ulaşıyordu. Daha sonrasında 2006 geldi; Kobe’nin Dallas Mavericks potasına 62 sayı bırakıp son çeyreğinde oynamadığı, Jalen Rose’un üzerinden 81 sayı attığı o yıl. Ancak Haziran ayında gülen Kobe değildi. Aslında play-off’a bile girmemesi gereken takımını play-off’a sokmuştu ancak günün sonunda yüzü gülen ve takdir toplayan yeni takımıyla şampiyonluğu kazanan Shaq’tı. Gittikçe Jordan gibi oluyordu. Tecavüz davası sonrası yarattığı ‘Black Mamba’ personası, Jordan’ın Chicago Bulls’taki ilk yıllarına benziyordu. Saha içindeki kararlı duruşu, maç sonlarında dışarı çıkardığı çenesiyle anlatmak istedikleri, “Kendim yapmadığım hiçbir şeyi takım arkadaşlarımdan beklemedim” şiarı onu da özetliyordu.
Pau Gasol’un ikinci adam gömleğini layıkıyla giyişi, takip eden yıllarda Kobe’nin “Ben buradayım” dediği maçların ve şampiyonlukların önünü açtı. Kimsenin denemeyeceği, en zor şutları seçip sayıya çeviren Bryant, üst üste iki şampiyonluk kazanmıştı. Ve evet, üst üste iki şampiyonluk dışarıdan şaşaalı gözüküyor. Diğerleri gibi değil. Bunlar, Jordan olmak isteyen çocuğun şampiyonlukları.
2012’de Lakers Steve Nash ve Dwight Howard ile anlaştı ancak işler hiç kağıt üstünde göründüğü gibi gitmedi. Sezonun henüz ikinci maçında sakatlanan Nash, sezonun ilerleyen bölümünde forma giyse de Lakers’ta hiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Howard’ın yaşadığı sakatlıklar ve form düşüklüğü de eklenince takımını tek başına sırtlayıp play-off’a sokmak isteyen Kobe, bu yükün altında kaldı. Aşil sakatlığı sonrası -belki de- döneceğine kendisi inanmasa bile çevresindekileri inandırmaya çalışıyordu. Tıpkı boksörlerin maçtan önce basın toplantılarında karşı karşıya gelip birbirleri hakkında atıp tutmaları gibi. Medyayı ve imajını kontrol etmeye çalışıyor, iş ahlakını her şeyin önüne koyuyordu. Kariyerinin son üç yılında adı hep aşil sakatlığıyla birlikte anıldı. Erken dönmek isterken kırdığı diz kapağı da denkleme eklenince hem kendisine hem de Lakers’a zarar veren bir oyuncuya dönüştü.
* * *
Sonrası saha dışı. Uzunca bir süre saha içi koltuklarda gözükmedi. Kızı Gianna, Luka Doncic ve Trae Young’ı izlemek isteyene kadar maçlara gitmedi. Charles Barkley’in Oklahoma City Thunder koçu Mark Daigneault’yu ekranda gördüğünde hokey oyuncusu diyerek işi alaya aldığı bir dönemde medyaya farklı bir bakış açısı getirmişti. ESPN’de Detail adında bir seriye başladı. Yaklaşık birkaç dakikalık kısa programlarda oyuncuların yerine geçiyor ve tıpkı sahadaymışçasına en detay hareketleriyle onları değerlendiriyordu. Trae Young gibi genç oyun kurucuların oyunu okuma becerilerinden veya Kevin Love’ın savunmada nasıl durduğundan bahsediyordu. En ufak ayrıntısına kadar. Bu dönemde Kyrie Irving’le yakın ilişkiler kuruyor, Naomi Osaka’yı tribünden takip ediyor ve Arike Ogunbowale gibi bir WNBA yıldızının katıldığı televizyon şovuna katılıp yıldız isme imzalı formasını hediye ediyor ve “Ulusal şampiyonluğun yakınından bile geçmedim, bir şampiyonluk maçında hiç son saniye basketi atmadım.” diyerek Arike’ye övgüler düzüyordu.
* * *
Nuggets-Rockets: İzlerken -daha doğrusu dinlerken- bundan bir yıl sonra ne sonucu ne de oyunu hatırlayacağımı biliyordum. Öyle de oldu. Basketball-reference’i ziyaret edebilirdim ama buna gerek yok. Kobe’ye dair hatıralarınızı hatırlarken filmin sonuna ve başına bakmanıza gerek yok. Gidişat her zamankinden daha güzeldi.
Geçenlerde okuduğum bir röportajda New York Times’ın mahir kalemlerinden Rory Smith, İngiliz futbolundaki menajer imajından bahsediyor ve şöyle diyordu:
“(…) Bill Shankly, Bob Paisley, Don Revie ve özellikle Brian Clough gibi isimlerin kült oluşlarının sebebi, İngiliz halkının onlara ‘Bir teknik direktör böyle olmalı’ diye bakmalarıydı. Çok güçlü, her şeyi bilen, istediklerini takımına empoze eden, kontrol sahibi, medyaya malzeme veren isimler (…) Mesela her iki senede bir Brian Clough kitabı çıkıyor ve İngiliz halkı sanki ona dair hiçbir şey bilmiyormuş gibi yeni kitaba da sarılıyor.”
1960’lı ve 70’li yıllarda Yeni Gazetecilik beraberinde psikanalizi de getirmişti. Kurgusal olmayan meselelerin bile hikâyeymiş gibi kaleme alındığı yıllarda sporcuların iç dünyası da Frank Deford ve Norman Mailer gibi isimlerin yazılarına konu olmuştu. 7/24 yayıncılığın ve son dakika haberciliğinin hiç kimse için bir şey ifade etmediği bugünlerde Yeni Gazetecilik’in yerini Yavaş Gazetecilik aldı. Savaşların, yıkımların ve gittikçe daha da siyasallaşan bir toplumsallıkta iki direğin arasından veya bir filenin içinden geçen toptan çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Kobe Bryant hakkında iki yılda bir çıkan kitapları okuyup sanki ona dair daha önce hiçbir şey bilmiyormuş gibi yeni kitaba sarılacağız.
1998 yılında Muhammed Ali hakkında halihazırda bir kitap yazmış olan David Remnick, Ali’nin evine gitmiş ve onunla bir gün geçirmişti. Ali, o gün yanındakilerle birlikte eski maçlarından birini izliyor ve şöyle diyordu: “Güzel değil miyim?” Odadaki herkes cevapladıktan sonra tekrar soruyor ve aynı cevabı almak istiyordu: “Güzel değil miyim? Kaç yaşındayım burada? Yirmi kaç?”
Kobe Bryant güzel miydi, bilmiyorum. İyi miydi, kötü müydü? Kızlarıyla dolu dolu vakit geçiren bir aile babası mıydı, yoksa hapis yatması gereken bir tecavüzcü müydü? Bilmiyorum. Hatalarından gerçekten ders almış mıydı? Onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, gidişat her zamankinden daha güzeldi. Daha ilgi çekici ve konuşmaya değer. Orada olmak istiyordu; Ali’nin “Ben buradayım” dediği yerde.